16 Kasım 2011 Çarşamba

Hepsi Senin Yüzünden!



Sana diyorum Frank Rijkaard.

Türkiye'nin Avrupa Şampiyonasına gidememesinin tek sebebi sensin.

Hadi ülkemize geldin, ne diye kafana göre iş yaparsın? Johan Cryuff'un temellerini attığı günümüz de uzay futbolu oynuyor denilen Barcelona'nın sisteminin iyice oturmasını sağlamak, zirveye çıkışlarında en büyük hissedarladan biri olmak yetmedi mi?
Aldın geldin Barcelona'nın 4-3-3'ünü koydun Galatasaray'a. Takımın göze hoş gelen futbol oynadığı yetmezmiş gibi bol gol atıp 9 da 9 yapınca herkesin aklına bu sistem yerleşti.

Bu anormal durum normale dönüp takım deplasmanlarda dibe batmaya, iç sahada gaza gelip galibiyetler almaya devam ettikçe de sisteminden vaz geçmedin. Ayhan'dan Xavi, Sabri'den İniesta yapmaya çalıştın. Israrın inada bindi sen bildiğinden şaşmadın. Ama bizde bilmediğin bir durum vardı. Bu ülkede kimseye yeni bir sistem oturtacak kadar vakit verilmez. İlk yılında şampiyon yaparsan takımı, 2. yıl çalışmaya devam edersin. Öyle sistemle falan hiç işimiz olmaz. Biz anlık başarılara bakarız. Gerçi bunu öğrendin ama iş çoktan işten geçmişti, sende Hollanda uçağında eve doğru giderken anlamışsındır zaten.

N'oldu biliyor musun Frank? Senden sonra kim geldiyse sana özendi. Bir tek Hagi özenmedi gerçi onun n'aptığını da kimse anlamadı zaten. Sonra Fatih Terim geldi, hani şu bizim imparator. 4-4-2 ile Galatasaray'ı Avrupa'da 1 numaraya çıkarmış, Türk Milli Takımını bütün Dünya'ya ezberletmiş, tekrar "Anneciğim, Türkler" manşetlerinin atılmasına sebep olan adam. O bile senin 4-3-3'ü oynatmaya çalışıyor biliyor musun?

Dur bitmedi, biri daha var. Gerçi sen onu iyi tanırsın, hemşerin zaten; Hiddink.

Senin bu hemşerin, çalıştırdığı takımlara uygun sistem uygulamakla ünlüydü biliyorsun değil mi? Avustralya, G.Kore, Rusya vb. milli takımların yanı sıra Chelsea gibi bir devi de çalıştırdı ve hep bu takımların oyuncuları hangi sisteme yatkınsa o sistemle oynattı. Bize gelince n'aptı biliyor musun? Bildin, o da tutturdu 4-3-3 diye, sanki elimizde sağdan bindirecek Messi, soldan bindirecek Pedro var da, biz de ara sıra sağdan Sabri bindirir, indireceği yeri bilemez. Kulübünde sağ kanadı otobana çeviren Gökhan Gönül, milli takımda MTA (Maden Tetkik Arama)'nın iştahını kabartıyor. Soldan desen bir Arda vardı o da canı isteyecek de bindirme yapacak. Ölme eşeğim ölme hesabı yani.
Yeni bir yapılanma yapacağım demişti geldiğinde, galiba maaşıyla alacakları binalardan, kuracağı sitelerden bahsediyordu "yapılanma" derken. Zira biz pek yapılan bir şey görmedik.


Ha işte Frank'cım sözün özü, senin bu 4-3-3 inadın koca bir ülkeyi büyük bir şampiyonadan etti. Başka hiç kimsenin suçu yok. Ne kulüp takımlarındaki performanslarını milli takımda sergilemeyen oyuncuların, ne son aylarda formsuz Volkan'ı kaleye alıp, performansıyla Avrupa'da transfer piyasasına giren Tolga'yı, dün gece "İyi ki kalede Sinan" var dedirten Sinan'ı kaleye almayan, babaannelerimiz gibi kayıtsız maçı izleyip hamle yapmada beceriksiz kalan Hiddink'in, ne bir kaç yıl önce "Artık bırakıyorum, daha fazla katlanamayacağım." türünden açıklamalar yapıp, hem şeref tribününe hem bütün tribünlere küfür eden milli takım kaptının suçu var.

Tek suçlu sensin....

14 Ekim 2011 Cuma

Digitürk'ten Basketbol Severlere Kıyak...


Türkiye Basketbol Ligi yarın başlıyor.


Basketbol Ligi'miz bu yıl gelen Avrupa'lı yıldızlarla ve lokavt süresince NBA yıldızlarıyla İspanya Ligi'nden sonra Avrupa'da en zorlu ikinci lig olarak görülüyor.

Ligimizde bu yıl forma giyecek yıldızlar, Vujacic, Savanovic, Ersan İlyasova, Batista, İlievski, Barac, Deron Williams, Lakovic, Songaila, Zaza, Bogdanoviç, Gist, gibi Avrupa ve Dünya Basketboluna yön veren isimler.

Bu kadar yıldız, haliyle basketbola olan ilgiyi arttıracak. Ligimize en son ilgi yoğunluğu 3-4 sezon önceydi. O zamanki maçların NTVspor'dan şifresiz olarak yayınlanmasına karşın her salon tıklım tıklım doluydu. Televizyonda takımının oyununu gören taraftar, "Bu takımı canlı canlı izlemeliyim." diye düşünüyor ve ertesi hafta salona geliyordu.

Gel gelelim, devran döndü Digitürk buraya da el attı. Maçlar şifreye girdi. Salondaki taraftar ve ekran başındaki taraftar azaldı. Digitürk işi o kadar abarttı ki, maçları internetten yayınlayan bloglara kadar karıştı ve yasaklattı. Basketbol seyircisinden maçlara gitmeye imkanı olmayanlar için takımını izlemek bir işkenceye dönüştü.

Bu sene ligimize gelen yıldızlara bakarak, ilginin fazla olacağını herkes tahmin etti. Biz de Digitürk bir güzellik yapar, maçları şifresiz olarak yayınlar mı acaba? diyorduk ki, beklemediğimiz yerden yaptı Digitürk güzelliği. (!)

Lig tv haricindeki spor kanallarını kapatarak, hepsini Lig Tv adı altında sıraladı. (Lig TV, Lig TV 2, Lig TV 3) Buna göre futbol maçları Lig TV den yayınlanırken, Avrupa ligleri ve basketbol maçları diğer kanallardan yayınlacak.

Bu kanallardan yayınlacak maçları izlemek için ekstradan 15 lira ödeyerek ek paket alacaksınız, basketbol maçlarını ve avrupa liginden maçları izleyeceksiniz. Daha önceki sözleşmeleriniz falan gümbürtüye gidiyor yani.

Digitürk, ihaleye o kadar para harcayınca masrafları nerden çıkaracağını düşünüyor artık.

Süper Lig'in normal sezonu bitince playofflar için de ayrı bir güzellik yapacaklarına eminim.

Bir beyaz eşya firmasının reklam sloganı vardı, biz de onu Digitürk'e uygulayalım: Digi, sen her şeyi düşünürsün...

9 Ekim 2011 Pazar

Oktay Mahmudi

Oktay Mahmudi bu ülke'nin yetiştirdiği en iyi hocalardan biri. 1995 yılından beri takip ediyorum onu. Aydın Örs'ün yardımcısı idi. Sonra Efes Pilsen'in hocası oldu. Sonra içten içe derdim. Keşke bizim hocamız olsa. Yenilgiye asla tahammül edemeyen bir hoca. Yenileceksin ama asla ezdirmeyeceksin kendini. Galatasaray'a geldi geçen yıl. Belki en çok ben sevindim. Ama kim tahmin ederdi bu kısıtlı kadro ile bizi play offlarda final oynatacağını. Hemde bu kısıtlu kadro ile. Bu sene ise bizi Euroleague'e soktu. Hayalim olan birşeyi gerçeklesştirdi. Onun hakkında ne desem az. Zaten herkesin ne kadar iyi ve başarılı bir hoca olduğunu biliyor. İyi ki bizimlesin Oktay Mahmudi.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Gitsek Mi, Gitmesek Mi?


Avrupa Şampiyonası elemeleri oynanmaya başladı, çoğu gitti azı kaldı hatta ama durumumuz hiç iç açıcı değil. En iyi ikinci olarak gitmeyi planlıyorduk, sonra 2.ler arasındaki playoffa girmeyi, şimdi de 2. olmayı planlıyoruz. Maçlar ilerledikçe planlarımızda değişemeye devam edecek malesef.

Bence gitmeyelim, zîra şuanda ve önümüzdeki bir kaç yıl içinde bir sisteme ve oyuna sahip olacak bir milli takımız yok. Gidip rezil olmayalım.

Geçmişimize bakarsak, hiç arka arkaya bu tür organizasyonlara katılamamışız. Katıldıklarımızda da mutlaka ses getirmişiz.

Şöyle bir bakalım, ilkkez, dünya kupasına 1950'de katılmaya hak kazanmışız ama Brezilya'ya gitmek çok masraflı olduğundan gitmemişiz. (Haliyle bütün dünya bizi konuşmuş.) Ondan sonraki dünya kupamız 1954'te. Bu kez de playofflarda İspanya ile karşılaşmışız, 4-1 yenilginin rövanşını 1-0 almışız kendi sahamızda, statü gereği oynanan 3. maç 2-2 bitmiş. O zamanlar uzatma ya da penaltı olmadığından yazı-tura atmış bir İtalyan çocuk. Kupaya giden biz olmuşuz. (Yazı-turayla kupaya giden takım olarak herkes bizi konuşmuş.)

Sonra 2002'ye kadar uyumuşuz, bir uyanmış 2002 dünya kupasına gitmişiz. Brezilya vatandaşı G.Kore'li hakemin penaltı kıyağıyla Brezilya'yı elimizden kaçırmışız. Dünya 3.sü olmuşuz, kupa tarihinin en hızlı golünü o maça kadar 0 çekmiş, millete saç baş yoldurmuş en büyük golcümüz atmış. Kalecimizi turnuvanın en iyi kalecisi seçilmiş, (Gene bütün dünya bizi konuşmuş.)

Gelelim Avrupa Şampiyonası'na. İlk kez Euro 96'ya katıldık, turnuvada gol atamadan eve döndük. Akıllarda kalacak bir iz bıraktık geldik. Euro 2000'de çeyrek finale çıkmışız, turnuvada milli takımımızın en büyük golcüsü Hakan Şükür'ün kaleciden bile yükseğe sıçrayarak attığı gol, hafızlara ve tarihe yerleşmiş.

Sonra Euro 2008'e katılmışız, kadroya alınmadı diye Yıldıray takımı bırakmış, nerdeyse her maç, geriye düşüp maçı çevirmişiz. Sakat oyuncular yüzünden 16 kişiyle maçlara çıkmışız, çeyrek final maçında oyuncu değiştirme hakkı dolduğundan kaleye forveti geçirerek maçı tamamlamışız ve Avrupa 3.sü olarak eve dönmüşüz.

Totemlere meraklı olduğumuzdan bu kez de öyle düşünelim. Dünya kupasına katılamadık ama avrupa 3. sü olduk. Bu elemeleri geçemeyeceğiz ama ilerde mutlaka bir elemeyi geçip ya şampiyon (!) olacağız ya 0 çekeceğiz ama mutlaka bir şekilde tarih yazacağız.

Hatta yaz gelecek, eşeklerimize taze otlar vereceğiz....




6 Ekim 2011 Perşembe

Galatasaray Feel Devotion

Euroleague Zamanı



Çocukluğumdan beri ilgim var basketbol'a. İlkokuldayken koşucuydum. Koşu takımındaydım. Sonra ne zaman Jordan'ı farkettim. Basketbol'a büyük bir aşk beslemeye başladım. 10 yıl basketbol oynadım. 22 yıldır da istisnasız takip ediyorum. Galatasaray'ın da Euroleague'ye kalması ülke için inanılmaz güzel. Biz taraftar içinse tarif edilemez bir duygu. Sponsorsuz, her türlü şeye rağmen euroleague'ye kalmak muhteşem. Belki bazı arkadaşlara saçma geliyor. Ama sonuçta bizim A lisansımız yoktu. Bunu başarmak bizim için, inanılmaz bir duygu.


Oyuncularımızın katkısı tabii ki müthişti. Ancak Oktay Mahmudi sen ne muhteşem bir adamsın. 18 yaşımdan beri 16 yıldır seni takip ediyorum. Yaptığın şeyler inanılmaz. Ama ilk yılında o kısıtlı kadro ile bize BBL de final oynattın. Şimdi ise Euroleague'ye girmemizi sağladın. Ölmeden Euroleague'de oynadığımızı görsem derdim. Artık ölsem de gam yemem.Oktay Mahmudi sen bu takımda hep kal. Hiç gitme. 10 yıl sonra bile başımızda sen ol.

4 Eylül 2011 Pazar

Yepyeni Milli Takım.





Kazakistan maçını "ilâhi adaletin tecellisi" olarak mı yoksa Hiddink'e "biraz daha kredi şansı olarak" mı bilinmez bir şekilde Arda'nın uzatmalarda gelen yakar top vuruşuyla kazandık.

Peki ne oynadık? Hangi sistemle oynadık? Nasıl hücum organizasyonları yaptık? Kağıt üzerinde belli bir taktik olarak gösterip, anlatabilecek var mı?

Hiddink, takımın başına geçtiği gün amacını "yeni bir ekol oluşturmak, yepyeni bir milli takım yapmak" olarak açıklamıştı.

Ekolünü bileyemeyeceğim ama yepyeni bir milli takımımız var. Hatta o kadar ileri gitti ki Hiddinki bu konuda, her maçta yeni bir milli takımımız oluyor.

Tamam biz pek futbol sihirbazı sayılmayız ama ekol oluşturmak için de az çok neler gerektiğini biliriz. Alırsın eline sıfırdan oyuncular, aşılarsın belli bir sistemi onlar ilerleyerek oynamaya devam ederler. Yerine aldıkların da aynı çerçeve içinde gelişerek bu oyunda yer alırlar. Böyle olunca da, alt kademelerde oynadığı sistemi, üst kademede de devam ettiren oyuncu yabancılık çekmez, sırıtmaz.

Bizim yıldız milli başka, genç milli başka, ümit milli başka, a2 milli başka, a milli başka sistem oynuyor. Dünyayı kendine hayran bırakan, Brezilya'ya kök söktüren Nuri'li, Caner'li milli takımdan herkes çok umutluydu. Nerde o takım bilen yok.

Raşit Çetiner, Okan Buruk, Oğuz Çetin, Ersun Yanal, Van Hooijdonk vb. isimler milli takımların başında görevli ama kimsenin kimseyi salladığı yok.

İlk 11 oynayan oyuncuları sayalım desek 2 ya da 2 oyuncu ancak tuttururuz. Zira sürekli oynayan bir ilk 11'imiz yok. Böyle turnuva maçlarında süreklilik önemlidir. Oyuncular birbirlerine ne kadar alışırsa, ne kadar birbirlerini tanırsa oyun o kadar güzel olur.

Bakalım örneklerine, İspanya. İspanya'da Casillas oynamayacak olsa yerine kim geçer? Valdes. O olmasa kim geçer? De Gea. İsimler net.

Peki bizde nasıl? En bilinen yerden başlayım aynı örnekle. Volkan olmayacak olsa yerine kim geçecek bilen var mı? Ben sayayım siz seçin arasından. Sinan Bolat, Rüştü Reçber, Onur Kıvrak, Tolga Zengin, Hakan Arıkan, Serdar Kulbilge.

Sol açık için Arda'nın yerine kimi koyarsınız? İsim yok koca Türkiye'de. Forvet? Birbirini tanıyan ikili Selçuk - Burak ikilisi bugüne kadar işleri bir şekilde götürdü. Bu maçta Selçuk yok, Burak ne yapacak?

Selçuk'un yerine kimi koyacaksınız, Emre'nin yerine kimi? Trabzonspor'da banko oynarken kimsenin görmediği ama Beşiktaş'a gelince sakat olsa bile 11'e yerleşen Egemen'e ne demeli?

Bu mudur ekol? Biz her maça "körün attığı taş" misali ya tutarsa hesabıyla çıkıyoruz. Yalnız şunu belirteyim, Hiddink'in gitmesi için bu şampiyonayı çöpe atmayı göze alanların sayısı giderek artıyor....


29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bu Kadar Deveye Bir Eşek Lazım.




Deve'yi bilirsiniz, -bildiğimiz deve, hayvan olan. Kimseyi kastettiğimiz yok- dayanıklı hayvanlardır. Zor koşullar için yaratılmışlardır. Haftalarca açlığa, aylarca susuzluğa dayanırlar. Ayrıca müthiş bir taşıma güçleri vardır. Hatta şöyle bir kıssa bile var: Deve'ye ne kadar ağırlık taşıyabileceğini sormuşlar. "Ayakta yükleme yapın, bütün dünyayı taşıyayım." demiş.

Çok munistirler, pek fazla olay çıkarmazlar. Ne görev verirseniz yaparlar. Yalnız yamuk yaparsanız haliniz harap. Çok kindar hayvanlardır. Bu konuda fillerle yarışabilirler. Eğer herhangi bir eziyet vs. davranış da bulunduysanız gün gelir intikamını alır.

Diğer bir özellikleri de pek yön kabiliyetleri yoktur. Birileri tarafından yönlendirilimeleri gerekir istenilek davranışları yapmaları için.

Deve katarlarının önünde genelde eşek bulunmasının sebebi budur. Eşekler akıllı hayvanlardır. Düşük banketten, çürük zeminden gitmezler. Bir kez tökezlediği, düştüğü yerden bir daha geçmezler. % 7'lik bir eğimden fazla yüksekliğe asla çıkmazlar. İşte bu özelliklerinden dolayı deve katarlarının önünde giderler ki develer ve taşıdıkları yüklere zarar gelmesin.

Ne alakası var şimdi resimle, Arsenal'le diyeceksiniz.

Arsenal'in kadrosu (Teşbihte hata olmaz -develer gibi- derler.) yetenekli, iş yapan, dayanıklı, gerektiğinde sert, kızgın vs. özellikleri taşıyan gençlerden oluşuyor.
Bu gençler iş başı geldiği zaman tek başlarına ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar ama bu develerin başında yol gösterici bir eşek yok.

Önceden vardı Henry, Ljungberg, Pires, Lehmann, Berkamp vs. Bu isimler, sahadaki develere eşeklik yapıp yol gösteriyor, işini doğru yapmasını sağlıyorlardı. En son başarılarını da o zaman kazandılar.

Şimdi eşeklik görevini üstlenecek iki isim var, Rosicky ve Arshavin. Yalnız bunların biri sakatlıktan başını kaldıramıyor diğeri de tecrübesiz.

Genç yetenek avcısı A.Wenger'in biraz da tecrübeli yeteneklere yönelip, bu gençleri yönetecek, çekip çevirecek birilerini bulması gerek artık. Yoksa Beşiktaş şampiyonlar liginde 8 gol yediği zaman "Böyle takımları şampiyonlar ligine almamaları lazım." dediği gibi gün gelir, kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkar.

Bakarsın, biri de sana der: "Böyle takımları, İngiltere Ligi'ne almamaları lazım." diye. Milletin evin sandığı İngiltere'den ayrılmış, köyün Fransa'da sıradan takımların başlarına geçecek yer aramaya başlarsın.

Demedi deme...

28 Ağustos 2011 Pazar

Spikerlerimiz....



Avrupa'da ligler başladı, bizimki hâlâ duruyor sanırım bir türlü nerede olduğumuza karar veremediğimizden.

Bu ligler de tv kanallarımız sayesinde evimize gelmeye devam ediyor. İngiltere ve İtalya Lig, Rusya Lig'leri Digitürk'te, Hollanda Ligi bu sene büyük bir atılıma giden Beyaz TV'de, Fransa Ligi Kanal A'da, İskoçya' Ligi D-smart'ta, İspanya ve Arjantin Lig'leri NTVspor'da.


Peki bu kadar kanal arasında en iyi maç anlatımları hangi kanallardan geliyor? Futbol'u çok iyi anlatan pek fazla spikerimiz yok maalesef.

Yalçın Çetin, Erdoğan Arıkan, Levent Özçelik, Emre Gönlüşen, Osman Sakallıoğlu, Okay Karacan, Murat Kosova, Gökhan Telkenar ve Caner Eler futbol anlatırken diğerlerinden bir kaç adım öne çıkan isimler.

Peki bu isimlerden kaçı maç anlayıyor? 10'da bir oranında Levent Özçelik ve Caner Eler. Caner Eler, çalıştığı kurum itibariyle şanssız bu konuda. Eurospor genelde lig yayınları yerine turnuva kapsamında yayın yapıyor ve pek ilgisini çekmiyor insanımızın. (Bayanlar Dünya Kupası, 22 yaş altı milli takımlar avrupa ve dünya şampiyonaları. Kaçımız, oturup izledik tv.den acaba?)

Levent Özçelik ise TRT'nin gençlere yönelmesi sebebiyle olsa gerek ayda yılda bir maç anlatıyor. Gökhan Telkenar'a gelince artık adı sanı duyulmuyor arada bir çıktığı spor bültenleri dışında.

Ntv ve NTVspor'da ise şifresiz kanaldan yayın yaptıkları için (maç yayınlarında şifreye giriyor ama biss şifresi verildiği için izlemek sorun olmuyor ayrıca karasal yayında yok.)

Bu kurumda ise maçları anlatan isimler, Güntekin Onay, Emre Gönlüşen, -kırk yılda bir- Murat Kosova ve malesef Ercan Taner ve Mehmet Sevinç.

Emre Gönlüşen ve Murat Kosova'yı bir kenara koyarsak diğer spikerler tam bir felaket. Güntekin Onay, Ertem Şener'in değişik bir versiyonu olarak devam ediyor, bilgi kalabalığı, cansız anlatım, yanlış telaffuz vb. ne ararsan var. Hele bir "Arbolea" deyişi var ki üzerine basa basa, sinir sistemim felç oluyor. Yahu kardeşim adamın soyadı, "Arbeloa". Hadi yanlış anlıyorsun tamam ama okuman da mı yok elindeki listeden?

Ercan Taner ise geçmişin ekmeğini yemeye devam ediyor adeta. 2000'lerde zirve yapan o sesten ve anlatımdan eser kalmamış.
Ses giderek cırtlaklaşmaya başlamış, oyuncuları tanımıyor önemli isimler haricinde. Kulakları çınlasın eskiden Orhan Ayhan vardı oyuncuların isimlerini kullanmadan maç anlatan. Şimdi Ercan Taner.

"Hızlı çıktı, 4'e 2 geldiler, kaleciyle karşı-karşıya, şutunu attı, kaleci çıkardı, aut." Bunlar hep onun cümleleri, dikkat ettiyseniz hiç isim yok. Hep gizli özne var. Adeta inler-cinler maçını anlatıyor, sadece topun hareketlerine göre cümle kuruyor.
Ne zaman isim söylüyor Ercan Taner, ya tanınan bir oyuncu olduğunda ya da kamera o isme odaklanıp yakın çekimde kim olduğunu öğrenince.
Bir örnek vereyim, Khedira ile Pepe'yi nasıl karıştırır bir spiker? Biri ince uzun, biri kalıplı. Biri kel, diğeri lepiska saçlı. Hadi Pepe ile Benzema'yı karıştırsan tamam diyeceğim.

(Bir de İlker Yasin var böyle türlü yapan. Maicon ile Sneijder'i karıştırıp, oyunda olmayan Eto'o'ya 15.dk boyunca top oynattıran bir zat kendisi. Ercan Taner ve İlker Yasin'in başka bir ortak noktası'da, çok mükemmel maç anlattıklarını sandıklarından Real Madrid - Barcelona maçlarını kimselere bırakmamaları ve malesef katletmeleri.)

E, ekran başından maç anlatmak bu kadar olur. Büyük kuruluşuz diye geçinirler ama adam gönderip yerinden maç anlattıramazlar. (Gerçi İlker Yasin oraya gitse de değişen bir şey olmuyor.)

Bir de Mehmet Sevinç var ki, ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Adamın anlamadığı, anlatmadığı spor dalı yok, sanki demirbaş. O olmazsa diğerleri maç anlatıyor.

Bir gün rastlarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız diyeceğim ama Allah gecinden versin...

Kırk yılda bir maç anlatan iyi spikerlerden birine rastlamanız ve keyifle maçlar izlemeniz diğeyile....

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Dam Üstünde Saksağan....




Türkiye Futbol Federasyonu, ortaya kuyuya son günlerde bir taş attı "Şampiyonluk için playoff sistemi getireceğiz." diyerek. Yani, lig bitince ilk 4'e giren takımlar kendi aralarında şampiyon olmak için tekrar maç yapacaklar toplam 6 kez. Biraz, Bank Asya'dan 1. ve 2. sıra haricindeki takımların süper lige yükselme mücadelesi gibi.

Gelelim işin diğer boyutuna.

Falanca takım 34 maç yapacak, 2.ye 5 puan, 3.ye 11 puan, 4.ye 17 puan fark attı diyelim. Lig bitince herkes tatile girecek bu 4 takım kendi aralarında maç yapacak. Ligi 4. sırada bitiren takım son bir gazla 1. sıradakini yenecek ve şampiyon olacak. Ee, nerde kaldı adalet? Adamlar bir yıl boyunca emeklerinin (işin içine şike karıştırmadan) karşılığını almayı beklerken, son adımdaki yorgunluk yüzünden şampiyonluğu kaybedecekler. Tamam futbol'un adaleti yok diyoruz ama o kadar da değil.

Futbol severler ve yayıncı kuruluş için iyi haber mutlaka. Fazladan maçlar oynanacak, fazladan yayın paketi satılacak falan filan. Kulüpler için de iyi olabilecek noktalar var. Sezonluk kombine haricinde, playofflara mahsus kombineler, formalar vs. vs.

Peki, madalyonun diğer yüzü? Biraz önce değinmiştik, sezonu en ön sırada bitiren takımın hakkı diye. Bir de işin maddi boyutu var. Takımlar, oyuncularına maç başına ödeme yapıyorlar, bu fazladan ödeme yapmak değil mi? Normal halde devam ederken bile "paralarımızı alamadık" diye ha bire kazan kaldıran oyunculara bu ödemeler nasıl yapılacak?

Sezon başında hedefler hep şampiyonluk için belirlenir. Kime sorsan, "Hedefimiz mutlu sona ulaşmak." diye cevap alırsın. O zaman diyecekler ki. "Hedefimiz 4. sıra. Nasılsa şampiyonluk potasına gireceğiz."

Federasyonun bu taşı kuyuya attığı zamanlamaya dikkat ettiniz mi? Şike iddiaları yüzünde aldıkları her kararla biraz daha bataklığa girdikleri bir dönem. Her taraftan kıskaca girdiler, bir çıkış yolu, rahatlama ânı arıyorlardı, uyanığın biri böyle bir söz attı ortaya başardı da. Aylardır şike üzerine, federasyonun beceriksizliği üzerine saatlerce yayın yapan kanallar, sayfalarca yazılar yazan gazeteler hep bu playoff saçmalığını konuşur oldu. Amaçları gündem değiştirmek, okları başka yöne yöneltmek olan federasyon çok iyi başardı bu işi.

"Ligimizin kalitesi, futbol değeri yükselecek." diyen federasyon yetkililerinin Türk futbolunu götürdüğü nokta işte bu. Hedef olarak şampiyonuluğu değil, playoff potasına girmeyi amaçlayan takımlar oluşturmak.

Bizim ligimiz şimdi İspanya, Almanya, İtalya Lig'leri gibi kalitesiz, sıkıcı. O zaman Hollanda Ligi, İskoçya Ligi gibi kaliteli liglerimiz olacak. Tribünler her maç ortalama 25.ooo seyirciyle dolacak. Hafta sonu şehrimizin takımının maçına gitmek boynumuzun borcu olacak. Afrika açlık çekmeyecek, Ermeni'ler "Biz her yalan söyledik, aslında soykırım falan yok." diyecekler, Yunan'lar 12 adayı geri verecek. Musul-Kerkük bizim olacak, Avrupa Birliği bizi başının üstüne koyacak, Amerika dünyanın jandarmalığını bırakacak, İsrail, Filistin'den özür dileyip topraklarını geri verecek. Messi Real'e, Mourinho Barça'ya gidecek. Ajdan Pekkan estetik yaptırmayacak, Ajdar bir daha albüm yapmayacak, Zeki Müren'de bizi görecek.....



17 Ağustos 2011 Çarşamba

Yunan Dediğin....



Spor içerikli bir bloğuz, spor üzerine yazmamız gerekiyor ama bu yazı spor içerikli olmayacek şimdiden söyleyeyim. (Belki okumak istemezsiniz diye en baştan haber vereyim dedim.) Gene de bana bu yazıyı yazdıran biraz önce biten Olimpiyakos - Galatasaray maçı.

Maç güya dostuk maçı ama ortada her türlü çirkeflik var. En başta hakem de sorun var.

Ne biçim adamsın kardeşim sen? Hiç mi aynaya bakmıyorsun? Bizimkiler "bu kadarı da fazla" diye korku filmlerinde bile oynatmazlar seni. (Korkunç demek biraz iltifat gibi ama diğer kelimeleri kullanmak istemedim.)

Yunan'lara dokunduğun anda düdük çalıyor, adamlar karga tulumba indiriyorlar, meymenetsiz herif hemen "kalk kalk" işareti yapıyor.

Gökhan Zan'a yapılan hareketi A.Madrid maçında gözünün önündeki elle oynamayı göremeyecek kadar kör olan hakem 6'lısı bile kırmızı kartla değerlendirirdi. Bizim papaz kılıklı hakem küfreder gibi sarı kart verdi. O dakikadan sonra belli oldu ki bu maçta kırmızı kart çıkmayacak.

"Hadi Fatih hoca" dedim. Bağır şunlara: "Kafa, göz ne denk gelirse dalın aslanlarım." yapmadı.

Neyse, gelelim diğer konuya...

Biz niye hep dost olmak zorundayız?

Ermeni cumhurbaşkanı "Ağrı'yı biz alamadık görev yeni nesile düşüyor." diye kaşındığının işareti açıklamalar yapar bizim cumhurbaşkanımız gider, hiç bir şey olmamış gibi kendine topluca küfreden ermeni taraftarlara el sallar.

Bizi arkadan vuran ermeniler ülkemize gelecek diye topluca Azeri bayrağı toplama çalışmaları başlatır, elinde bayrak gördüğümüzü içeri atarız.

Elin fransızı seni avrupadan atmak için dünyayı ayağa kaldırır, biz elimizdeki en büyük koz olan Nato'nun silahlı kanadına fransızları "ağızlarına bal çalarak" sokarız. Kardeşim, "Avrupa Birliğine almazsan, avucunu yalarsın Nato" yerine diyecek bir babayiğit yok mu?

Peygamberimiz'e yönelik hakaret içeren yazılara "basın özgürlüğü" diyen denyonun Avrupa Birliği başkanlığına ancak ülkemize gelip sırtımızı sıvazlayana kadar karşı çıkarız.

Yunan'lar (Yunan'lılar değil) her fırsatta çirkeflik yaparlar, karasularımıza girip balıkçılarımızı taciz ederler, hava sahalarımıza girip uçaklarımızı taciz ederler. Maça gideriz bizi taciz ederler. Bizim bir "Bak kardeşim, şurama dokunmadın, hadi oraya da dokunda kurbağalar kısır kalmasın." demediğimiz kalır.

Alttan aldıkça alta gidiyoruz Allah'ın bir kulu da çıkıp dur demiyor. Bak geçmişine mübarek.

Üsteledikçe üstünsün. Ne zaman kıpırdadın, o zaman saygı duyuldun. Dişini gösterdikçe büyüksün. Başka türlü bu adamlar yola gelmez.

Rahmetli Özay Gönlüm'ün dediği gibi:
"Yunan dediğin durur durur, kudurur.
Attın mı tokadı, ...ünün üstüne oturur."


(*) Bazı kelimeler bilinçli olarak küçük yazılmıştır...

14 Ağustos 2011 Pazar

Barcelona Tiyatro Kulübü İftiharla Sunar...



Sezonun, muhtemel 8, El Clasico'sundan ilki 2-2'lik beraberlikle sonuçlandı. Goller, Madrid adına Mesut ve Alonso'dan, Barcelona adına ise Villa ve Messi'den geldi.

Kadrolara baktığımızda Barcelona sakatlıklardan dolayı Xavi, Piquet, Puyol, Pedro gibi as oyunculardan yoksun çıkmasına karşın Real tam kadro sahadaydı, yeni transferlerden Hamit ve Nuri'yi saymazsak.

Sezon öncesi hazırlık maçlarına göre, Real daha hazır bir takım görüntüsü veriyordu. Barcelona, hazırlık maçlarındaki kötü oyunu sergilemeye devem ederken, Madrid'den beklenen gol geldi. Tam, "Barcelona bu kadar kötüyken, arkası gelir gollerin." diye düşünürken o dakikaya kadar sahada görünmeyen Messi'den bir asist, Barcelona adına ilk şutu çeken Villa'dan harika bir gol.

Arkasından defansın eli ayağına dolaşınca, pire adam Messi ortaya çıktı ve gene gol. Barcelona oynamadan bile gol atıyor. Oynayınca atmamaları zaten garip olurdu.

Barcelona oynamıyor dedik ama aslında iyi oynuyor. Hani derler ya, "Barcelona Avrupa'nın tiyatrolarıyla ünlü bir şehridir." diye. O tiyatronun tozlarından çok yutmuş Barcelona oyuncuları. Hakemle bu kadar oynayan başka bir büyük takım hatırlamıyorum.

Dokunmadan yere atıyorlar, dokundun mu öyle bir kıvranıyorlar ki sanki kırıldı bir tarafları. Faul yapıldı diye kıvranan Alves, 1 dakika sonra hakeme nerde kart diye horozlanıyordu.

Hakemler de Mourinho'nun dediği kadar var. İnsanın aklına "talimat mı alıyorlar? diye sorular geliyor. Abidal'in elini görmedi ne hikmetse, Valdes'in Ronaldo'ya bacaktan elense çekmesini tınlamadı bile. Bunları boş geçince, Marcelo'nun Sanchez'e yaptığını da görmemek durumunda kaldı haliyle.

Real Madrid 11 kişiyle tamamlayabildi maçı nihayet ama Nou Camp'da ne yaparlar işte orası meçhul...


9 Ağustos 2011 Salı

Forma Gömleğin Altında Mı Yoksa Elbise Dolabında Mı?



Türkiye Futbol Federasyonu yeni başkanı Acıbadem Hastaneleri'nin sahibi M.Ali Aydınlar. Türk Futbolu için hayırlı olsun dedik, kabul ettik geçen ay.

Aydınlar'ı bilirsiniz, hasta Fenerbahçe'lidir. Hatta, Fenerbahçe'nin bayan voleybol şubesine sponsor olup cebinden yaptığı harcamalarla orta sınıf takımı, ligi domine eden, Avrupa'da da şampiyonluğun ucundan dönen bir takım haline getirmiştir.

Bir şubeyi bu kadar kalkındırdığını gören Fenerbahçe'liler ve Aziz Yıldırım düşmanları tarafından başkan adayı olarak gösterilmiştir. Yalnız müthiş bir yöneticilik kabiliyetine sahip Aziz Başkan, yaklaşan büyük tehlikeyi farketmiş olay daha da büyümeden, Aydınlar'a -adeta- sus payı olarak Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı'nın yolunu açmıştır.

Kimsenin tuttuğu takıma karışmak haddimiz değil ama bütün kulüplerin idaresini elinde aldığı bir mevkide, eski fanatik kimliğinden kurtulabildi mi Aydınlar acaba? Federasyon Başkanı olarak ne kadar tarafsız olduğunu gösterse de görsek.

Şimdiye kadar gördüklerimiz Sayın Aydınlar'ın "fanatik" formasını çıkarıp, "taraftar" formasıyla işlerine devam ettiğini göstermekte.

"Temiz bir lig istiyoruz." diyen kişilere aba altından sopa göstermekten çekinmedi. Son günlerde soruşturmada adı geçen bir takım için "Gerekirse kupayı geri alırız." demekte bir sakınca görmedi. Aynı Aydınlar, benzer bir soruşturma da daha kötü durumda olan bir takımın kupası için böyle cümleler kullanmak yerine "suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur." filmini oynadı.

Futbolda şiddet yasası yeni yürürlüğe girdiği halde bir dostluk maçında saha içinde gelişen olaylar yüzünden 2 maçlık cezayla geçiştirilirken, tarihinde ilk kez şampiyon olan bir takımımız saha dışındaki olaylar yüzünden 5 maç ceza aldı.

Yunanistan Futbol Federasyonu, şikeye adı karışan kulüpleri anında ikinci lige düşürdü. Bunlardan biri ülkenin yarısının taraftarı olduğu, derbi maçların gediklisi Olimpiyakos. Bizimkiler adı karışanı düşürmeyi bırakın, nerdeyse kanıtları yok edecekler.

Ne dersiniz? Sizce, formasını çıkarmış mıdır yoksa forma hâla üzerinde midir Sayın Aydınlar'ın?







23 Temmuz 2011 Cumartesi

Sonu Benzemesin Diyecektim... Benzemedi...



Serdal Adalı'yı biliyorsunuz, Beşiktaş'ın Asbaşkanı'ydı bir kaç hafta öncesine kadar. İşini çok da başarılı yapıyordu.

Beşiktaş'a ve Türk futboluna Quaresma, Simao, Fernandez, Guti gibi isimleri kazandırdı.

O günlerde kendisiyle ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum, hem özel işlerimizin yoğunluğundan hem de üşengeçlikten ötürü fırsat olmadı bu güne kadar.

Kendisinin başarılı çalışmalarını gösterip, daha önceki benzerleri gibi sonu olmasın diyecektim.

Fenerbahçe'de Hakan Bilal Kutlualp vardı, takıma yıldız isimler kazandırmada usta olan. Anelka gibi kimsenin beklemediği bir ismi, bir anda Fenerbahçe sözleşmesini masa üstünde imzalarken gördüğümüz resimleriyle piyasaya çıkmış, bir kaç gün sonra da Türkiye'ye getirmişti.

Ondan önce Sadettin Saran vardı Fenerbahçe'de. O da işini çok iyi yapanlardandı. "Hadi canım, ne işi var Türkiye'de Ortega'nın?" demeye fırsat kalmadan aldı getirdi Kadıköy'e.

Bu iki ismin de sonu hemen hemen aynı oldu. Yaptıkları işle fazla ön plana çıkınca Aziz Yıldırım tarafından hiç haketmedikleri bir muameleye tabii tutuldular. Adeta tekme tokat kovuldular yönetimden. Hatta Sadettin Saran'ın kulüp üyeliğinden atılması için mahkemeye bile başvurmuşlardı.

Daha yakın geçmişte Haldun Üstünel vardı, işini yapan adamlardan. Milan Baros, Harry Kewell, Dos Santos, Jo, Keita gibi yıldızlar bir bir Haldun Üstünel'in yanında dış hatlar terminalinde göründü. Kimi almaya gittiyse, yanında onunla döndüğü için tribünler de "Haldun Abi, benimle kız istemeye gelir misin?" diye bir sürü pankart gördük.

Onun sonu Kutlualp ve Saran'a nazaran farklı oldu. Başkan değil de ipe sapa gelmez başka biri yerine göz dikdi. Adamın hakkını vererek yaptığı iş kendisine dokundu ki ekmeğinden etmeye kalktılar adamı. Üstünel, baktı ki olmayacak. Adamlığına yakışır bir şekilde istifa etti gitti yönetimdeki görevinden.

Hakan Bilal Kutlualp ve Sadettin Saran'a nazaran yönetimiyle arası daha iyi Haldun Üstünel'in...

İşte bunları örnek verip, sonu benzemesin diyecektim ben de Adalı'ya. Hakikaten de benzemedi...








10 Temmuz 2011 Pazar

Eşek'ten Al Haberi!



Efendim, ahtapot Paul'ü bilirsiniz. Rahmetli, Almaya'nın dünya şampiyonasındaki maçlarından önce yaptığı tahminlerle meşhur olmuş, kupadan sonra üst üste transfer teklifleri almıştı. Hayatının son günlerini şan, şöhret içinde, bir kolu bir bir yerde diğer kolu başka bir yerde geçirmişti. Sonra da aramızdan ayrıldı.

Onun izinden giden biri daha var. Bu onun kadar ünlü olamadı, şimdilik. Çünkü bu kâhinimiz yerel bölgede tahminlerini yapıyordu. Ancak, yavaş yavaş ününe ün katacak gibi görünüyor.

Kâhinimiz Arjantin'den. Tarihi değiştiren takım Belgrano'nun kenti Cordoba'dan. İsmi Andres.

Belgrano'lular her maçtan önce Andres'e fikrini soruyorlar, o da naz yapmayarak cevap veriyormuş. Tahminleri de gayet isabetliymiş.

Andres tahminlerini şöyle yapıyor: Önüne 3 balya ot koyuyorlar, üzerlerinde biri Belgrano'nun, diğeri rakip takımın forması var. Andres, kim galip gelecekse o balyayı seçiyor yemek için. Beraberlikse ortadaki balyayı seçiyor.

Aşağıdaki görüntü, River Plate'in Belgrano deplasmanında oynadığı maçtan önceki tahmin sırasında çekilmiş.







Maçın sonucunu biliyorsunuz, Belgrano 2 - River Plate 0. Bay tahmin yanılmamış yani.

Şimdi bir video izleyeceksiniz, orda da Andres'in rövanş maçı için yaptığı tahmine ait.

http://www.youtube.com/watch?v=foDxSzMUtQY



Maçın sonucu ne? River Plate 1 - Belgrano 1. Bu maçta River penatlı kaçırmıştı. Ligde kalması için 3-0 galip gelmesi gereken maçta berabere kalınca beklenmeyen tarih gerçekleşti. Bir efsane küme düştü.

Bu sonuç Belgrano'lular gibi Andres'i de ön plana çıkardı. Tahminler yapmaya devam ederse, tahminlerde isabet de devam ederse çocuk yapar mı bilinmez ama kariyer yapacağı kesin Andres'in...


4 Temmuz 2011 Pazartesi

Ağır Ol Da Molla Desinler...



Edison Arantes do Nascimento ya da hepimizin bildiği isimle Pele.

Hemen hemen her Brezilya'lı gibi bir ton ön isme sahip olan ama tamamen alakasız bir başka isimle anılan, dünyanın en iyi futbolcuları olarak gösterilen isimlerden biri Pele.

Niye Pele demişler? Bir rivayete göre çok yaramazmış o yüzden Peli diyorlarmış küçükken. Söylene söylene Pele olmuş.

Bizden bir rivayete göre de, Pele top oynamaya başladığı zamanlarda topa vurduğunda "pılı pılı" diye ses çıkarmış topun etrafındaki bez parçalarından. Bu ses bir tek Pele vurduğunda çıktığı için "pılı pılı" günümüze "Pele" olarak gelmiş. (Ben Halit Kıvanç'ın yalancısıyım.)

Neyse efendim konumuz Pele'nin soy kötüğü değil. Bu futbol üstadının boş boğazlığı.

Dikkatinizi çekmiştir, Pele hemen hemen her konuda yorum bildirir oldu son yıllarda. Fifa'nın politikası, M.City'nin transfer politikası, R.Madrid'in oyun sistemi, Maradona'nın teknik adamlığı, Messi'nin futbolcuğu vs.

Konuşmadığı alan yok nerdeyse. Yalnız hedef bir nokta var konuşmalarında: Arjantin.
Maradona'nın futbolculuğuna daha dil uzatamadı. (Yakında ona da başlar.) Ama futbol adamlığına bir sürü laf ediyor. (Bu konuda biraz haklı gerçi.) Yalnız kendisinin bir adımını görmedik bu konuda. Futbolu bırakalı yıllar olmuş ne hikmetse kendisini bir türlü gençleri. Amatör kümede bile teknik adamlığını göremedik. Kalkıp Maradona'nın, Mourinho'nun teknik adamlığına laf söylüyor.

Sayın Pele, öyle oturduğun yerden konuşmak kolay. Sizi kulübede görmek isteriz. Buyrun bakalım, bir görelim siz neler biliyorsunuz.

Alıp veremediği bir insan da Messi. Kendisine sorulan her soruyu Messi'ye bağlayarak bitiriyor. Yok "Messi, çok abartılıyor." Yok "Messi'nin dünyanın en iyisi olması için dünya kupası kazanması lazım." Yok "Messi, Barcelona'da oynadığı gibi milli takımda oynadan en iyi olamaz." Her bir soruyu Messi'ye bağlayıp çıkıyor mübarek.

En son söylediği de "Messi'nin benden iyi olması için 1283 gol atması lazım." Neymiş, Pele 1283 gol atmış, Messi bu sayıyı geçmeden en iyi olmazmış. Sen nerde attın bu golleri? Brezilya'da, Amerika'da. Tamam iyi topçusun ama neden bir avrupa kulübü yok? Real Madrid, Barcelona, Manchester United, Liverpool o zamanların en iyi takımlarıydı? Sen niye buralarda hiç oynadın? (Yoksa teklif mi gelmedi?)

Brezilya, futbol çağının başlangıcındaki yeteneklerle avrupada tutunamamış süper yıldızlardan mürekkep bir lig. Amerika desen kıyak emeklilik için Türkiye, Arab ülkeleri gibi tercih edilen bir lig. (Bu günümüzde böyle, o zamanlar durum daha vahim).

Sen gitmişsin buralarda 1283 gol atmışsın sonra Messi beni geçsin diyorsun. Pele'cim siz ayrı dünyaların insanısınız. Tamam Arjantin ezeli rakibiniz diye ha bire laf sokuyorsun ama gerçek bu. Adam bu genç yaşta La Liga'da 200'e yakın gol atmış. 24 yaşında şampiyonlar liginde takımının en çok gol atan oyuncusu olmuş. Bütün dünya adamı "en iyi" olarak tanımlarken sen hala "o ciğer pis" derdindesin.

Robinho'ya Messi'den iyi diyorsun ama adamın para için gitmediği yer kalmadı. Hİç bir takımına Messi'nin verdiği katkıyı veremedi. Tamam Messi'yi sevmiyor olabilirsin. Bende sevmiyorum, Gérard Depardieu'nun gençlik halleri gibi sahada dolaşmasına, ayağına top aldığında "çamura basmadan kuru yerlere basarak karşıya geçeyim" diyen sosyetik bayanların yürüyüşü gibi millete çalım atmasına, masum yüzünün altında ikili mücadelelerde yaptığı çirkefliklere ifrit oluyorum ama adam hakikaten iyi oynuyor kardeşim. Yapacak bir şey yok. Yiğidi öldür hakkını yeme.

Sen böyle bir adamı kalkıp Robinho gibi biriyle karşılaştırıyorsan, sana da şüpheyle bakarlar haberin olsun. Haa, biraz da sus artık oldu mu? Ağır ol da molla desinler diye bir laf var bizde, sus biraz da bir şeyler biliyor sanmaya devam edelim biz seni. Biz de bir laf daha var, sen üzerine alınır mısın bilemem:

"Boş tenekeden çok ses çıkar."

25 Haziran 2011 Cumartesi

TürCHIye Milli Takımı...



Geçtiğimiz aylarda masa tenisi milli takımımızın elde ettiği başarılar bazı sitelerde bir kaç sırayla yer aldı. Gözüne çarpanlarda detayına girmeden şöyle bir başlıklara bakıp geçtiler...

Masa tenisi Türk Milli Takımı oyuncularına bir bakalım: Şirin He, Melek Hu, Pengfei Jiang, Bora Vang, Pengfei Jiang...

Farkettiniz değil mi? Milli takımımız tamemen "meydin çayna". (Milli takımımızdaki bu Çin'li oyuncular tek bir kulübün çatısı altında spor yapıyor ülkemizde ama o konuya girmeyeceğim şimdilik.)

70 küsur milyon nüfusa, nüfusun büyük bölümünün gençlerden oluştuğu bir ülkede masa tenisinde başarılı olan hiç kimse bulamamışız, son yıllarda her alanda yaptığımız gibi masa tenisçi ithal etmişiz.

E, adamlar 2 milyar varlar nerden baksan. Bir kaç Çin'liyi alsak yokluğunu farketmezler. Bizden de iyi oynuyorlar. Daha ne olsun değil mi?

Peki masa tenisi federasyonu Türkiye genelinde bir araştırma yapmayı hiç düşündü mü acaba? İlköğretimlerde, liselerde, üniversitelerde olan masa tenisi takımlarından haberleri var mı? Bu takımlardaki yetenekli oyunculardan haberleri var mı? (Lisedeyken, Ticaret Lisesine giden bir kız öğrenci vardı masa tenisi okul takımında. Kız il birincisiydi, yenildiğini görmek nasip olmadı bize. Erkekler bile oynamaya cesaret edemezdi kolay kolay. Lisede oynadığıyla kaldı büyük ihtimal. Bir yönlendireni olmadığı için "çocuk da yaparım kariyer de kısmından çocuğu seçip; evli, mutlu, çocuklu yaşıyordur.")

Peki, milli takımımızda hiç mi yerli oyuncumuz yok? Var tabii ki? Ama onlar Çin Türk'ü abileri, ablalarından fırsat bulup takıma giremiyorlar ki? Röportajlarında bunu açıkça dile getiriyorlar, "Onlardan bize sıra gelmiyor." diye. "Kardeşim, çalışsınlar, daha iyi oynasınlar bileklerinin hakkıyla alsınlar yerlerini." diyeceksiniz?

Siz bu ülkede kimin bileğinin hakkını aldığını gördünüz? Amatör futbol ligleri hariç nerdeyse 10'a yakın futbol ligimiz var ama bir Aurelio bulup koyamadık milli takıma kaç yıldır. Almış başını gitmiş bir yabancı hayranlığı...

Tamam adamlar masa tenisinde 1 numara. Biz de bir numara olmak için Çin'lilere ay yıldız takıp maçlara mı sokmalıyız? Onun yerine, bu işi iyi bilen Çin'lileri antrenör olarak alsak, gençlerimizi yetiştirse, kendi evlatlarımız başarılı olsa daha iyi olmaz mı?

Bu yaptığımız bana Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılma sürecini hatırlatıyor. O zaman da bakmışlar ki ülke diğer milletlerden geri kalıyor, hemen ne yenilik varsa alıp getirmişler? Bir faydasını göremeyince de "gâvur icadı" deyip geçmişler. E temel n'olucak? N'olucak, fıkralara konu olmaya devam edecek...

27 Nisan 2011 Çarşamba

Shakira Gözüyle El Clasico...


Shakira, Dünya Kupası'nda "Waka Waka" adlı şarkıyla gündeme tekrar yükselmiş kupadan sonra ortalardan kaybolmuştu.

Şimdi tekrar gündemde. Bu kez her hangi bir şarkıyla değil, özel hayatıyla.

Arjantin devlet başkanının oğluyla olan 10 yıllık birlikteliğini aylar önce sonlandıran Shakira, şu sıralar Barcelona defansının belkemiklerinden Gerard Pique ile beraber. Aralarındaki 7-8 yaşlık farka rağmen ilişkilerini göz önünde yaşamaktan çekinmeden, dolu dizgin devam ediyorlar.

Pique, Shakira'nın konserlerine gidebiliyor mu bilemiyoruz ama Shakira için durum böyle değil pek.

Shakira, Pique'nin her maçına gitmeye başladı. Özellikle İspanya'ya yerleştikten sonra. Real Madrid ile Barcelona arasında oynan Kral Kupası maçında da tribündeydi. Kaçan pozisyonlardan ve hakemin verdiği kararlardan sonra gösterdiği tepkilere bakılırsa Katalan'ların yengesi olmayı çoktan benimsemiş görünüyor.

Sizce de öyle değil mi?



26 Nisan 2011 Salı

Büyük Lokma Ye....



Sebastian Vettel...

Formula 1 tarihinin en genç Dünya Şampiyonu ve parlayan yeni yıldızı. Almanların yeni Michael'ı.

Vettel'in künyesini ya da beklentilerini yazacaktım değilim ama son Çin yarışından önce yaşananlar hakkında biraz karalama yapacağım.

Vettel, Avustralya ve Malezya GP'lerinde hem polü hemde yarışı kazanınca, Çin GP'si öncesinde kendisine şu soru soruldu: "Michael Schummacher'in arka arkaya 7 yarış kazanma rekorunu kırabilecek misiniz?"

İdeolu olduğu, kendisine çocuk yaştan itibaren en büyük desteği veren (alttaki fotoğrafta da Schumacher'in, Vettel'i kazandığı bir yarış sonrası bizzat ilgilenirken görüyorsunuz)formula 1 dünyasının efsane ismi Schumacher hakkında böyle bir soru gelince ne cevap beklersiniz? "O'nun gibi birinin rekorunu kırmak benim için büyük bir onur, elimden geleni yapacağım. İsmimin onunla birlikte anılması bile başlı başına bir övünç kaynağıdır." vb. cümleler beklersiniz.

Peki Vettel'in cevabı ne oldu? "Sadece 7 yarış mı?"

Bu cevap, o güne kadar sempatik tavırlar sergileyen Vettel'in büyük bir imaj kaybına uğradığı andı. Daha düne kadar alçak gönüllü olan bu çocuğun kazandığı tesadüfi(*) şampiyonuluktan sonra birden böyle kibirli olması beklenilen bir durum değildi. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, Vettel bu cevabı verdiği yarışa pol pozisyonunda başlasa da daha ilk 5 metrede geçilince arka arkaya 7 yarış kazanma rekorunu kırma hayalleri gömüldü.

Vettel'in henüz ne kadar iyi bir pilot olduğunu öğrenemedik. Zira altındaki araç son iki yıldır en yakın rakiplerinden en az 1 saniye daha hızlı. (Bunun başlıca sebebi, baş tasarımcı A.Newey. Öyle bir tasarlamış ki adam aracı, azami sürat olarak 12. sıralarda yer alan takım en hızlı zamanı elde ediyor sürekli.) Elinde diğerleriyle aynı hızda olan bir araç olsunda görelim bakalım nasıl bir pilotmuş.

Vettel'de böyle bir araçta en önce geçip, kimseyle kapışmadan alıp başını gidiyor. Arkalara düştüğü anlarda ise henüz süper bir performans gösterip müthiş yükselişler yaptığını göremedik. Savunma ya da atak yarışları göremedik. Hep bir hata.... (Button'a bodoslama dalmaları, Güvenlik aracını sıkıştırmalar vb.)

Şampiyon, sadece sürekli yarış kazanmakla olmuyor Vettel'ciğim. Biraz da mütavazi olmasını, büyüğünü-küçüğünü saymasını, sevmesini bileceksin. Dün doğup, bugün ötmeye kalkarsan bir şekilde o sesi yuttururlar. Sen al altındaki arabanı sadece sür, konuşma mümkünse.

Sus da bir şey biliyor sansınlar....

(*)Tesadüfî diyorum, çünkü Vettel'in şampiyonluğu Ferrari'nin beceriksiz stratejisi ve Red Bull'un Vettel'i sene başından beri Weber'e oranla kollamaları. Yeni güncellemeler ilk önce Weber'e yapılsa, adamın aracından yeni ön kanadı alıp Vettel'in aracına takma gibi moral bozucu hadiseler olmasa Weber çoktan şampiyon olmuştu. Karşı takım Ferrari'nin beceriksiz ekibi de son yarışta, şampiyonluk şansı mucizelere kalmış olan Weber'e odaklanmak yerine Vettel'e odaklanıp ona göre bir strateji geliştirse; bu çocuk şimdi kendisini bugünlere getirenlerden biri olan bir efsaneye karşı böyle ukalaca konuşan bir şampiyon olmayacaktı.

22 Nisan 2011 Cuma

23 Nisan


Tüm çocukların 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun. Bizi okuyan kardeşlerimiz'in de bayramı kutlu olsun. Eğer yaşı küçük olup, bu güzel günde yazı yazmak isteyen kardeşlerimiz varsa, lütfen bizimle iletişime geçsin.

İletişim : sportifkeyif@gmail.com

18 Nisan 2011 Pazartesi

Olmayan 1 Gr. Hapın Değeri Nedir?


TKBL finali ve olanlar hakkında yazmayı düşünmüyordum ama biraz önce aldığım haberler bu yazıya mecbur kıldı. Final serisine gelene kadar Fenerhahçe yönetiminin, -büyük bir talihsizlik sonucu ayrılmak zorunda kalan- Taurasi'yi en azından finallerde oynatmak için gösterdiği gayret boşa çıkınca diğer yerli transferler devreye girdi. (Yeni antrenör Turgay Demirel, Pivot Murat Biricik - Guard Serkan Emlek - Forvet Uğur Özen, PF. Recep Ankaralı vs.)

Taurasi ve dolaylı olarak Taylor'ın gitmesinden federasyonu sorumlu tutarak -daha maçlar oynanmadan- "şampiyonluğumuzu çaldınız" diye ortalığı ayağa kaldıraran Fenerbahçe yönetimi diyet olarak şampiyonluğu istedi, T.Demirel'de Aziz Yıldırım'ı kıramadı. Çünkü o koltuğa sayesinde çıktığını, bir olumsuz cevapta bir daha böyle bir imkanı bulamayacağını biliyor. O yüzden diğer bütün takımları bir tarafa bırakarak her denileni yapıyor. (Biz de buna binaen şöyle bir yazı yazmıştık daha önce: http://sportifkeyif.blogspot.com/2011/01/sen-kimin-federasyonusun.html)

Yazılarımızı yazarken tarafsız olmaya gayret ediyoruz, özen gösteriyoruz ama öyle bir uygulama var ki artık herkes bir tarafa, azınlık diğer tarafa geçince haliyle yazmadan olmuyor.

Final serisinin ilk maçında -son maça nazaran- daha az hakem hatası vardı. R.Ankaralı herkesçe bilinen biri artık, maçın kıyısından köşesinden ikram vermeden duramıyor. O maçta dişediş bir mücadele vardı, sonunda Fenerbahçe kazandı. 2. maçta Galasaray kazanınca baktılar ki bu iş ters gidiyor, diyet ödenmeyecek, çarklar dönmeye başladı.

Rakip takımdan habersiz 4 saat içinde 3 kez hakemler değiştirildi. Maç esnasında yapılan bariz hatalar es geçildi. Nevriye'nin Bahar'a çektiği elense görülmezken, Bahar'ın topa müdahalesi foul sayıldı.(ki bu müdahale sonucunda top doğrudan dışarıya çıktı.) Son sayıda biz basketbol severlerin "3 adım" olarak tabir ettiği pozisyona giren Anna, gaza gelip 5-6 adım atmasına rağmen topla yürüme verilmeyip basket faul verildi. Şimdi sıkı durun, Fenerbahçe'ye verilen faul sayısı 94(doksandört). Bir bilgi verelim, NBA Playoff'larında bile bir takıma bu kadar faul verilmedi. Buna karşılık Galatasaray'ın aldığı faul 35. Artık siz yapın değerlendirmeyi.

Bizim sözümüz, Fenerbahçe'nin galibiyetine değil bu galibiyette sahadaki oyunculardan çok masa başı adamlarının emeğinin geçmesine. Ahtapotlar çeksinler mikrop bulaşmış ellerini sporumuzun üzerinden Fenerbahçe'de bileğinin hakkıyla gelsin yensin Galatasaray'ı. Galatasaray'lılar da gider paşa paşa eder tebriklerini. Böyle bir şey olur mu diyebilirsiniz ama bir kaç bin kişilik Caferağa'daki holiganın ettiği küfürlere karşılık 10. küsur bin kişinin aynı şekilde davranmaması anlattıklarımızı destekleyen bir örnek.

Yalnız Aziz Yıldırım'ın hakkını vermek lazım. Adam hakikaten büyük yöneticiymiş. Bir adam tek başına bir kulüp ve en az 4-5 tane federasyon yönetiyor. Bugüne kadar bu kadar işlevsel bir başkan görmedi bu ülke. Vallahi helal olsun.

Başlıkta sormuştuk ya olmayan hapın değeri nedir diye? Yazılanlardan tam anlaşılmadıysa ufak bir cümleyle verelim cevabı. Olmayan 1 gr. hapın değeri milyonlarca insanı ve emeği hiçe sayarak, sayesinde sıcacık koltuklara oturdukları kişilerin emeklerine yağ sürmek. (Yalnız Ceyhan Bld.sini kimse hatırlamadı işin garip tarafı.)

Bitirmeden önce, Fenerbahçe'li oyuncuların kutlamalarda giydikleri tişörtte yazan yazıyı hatırlayalım. Ne yazıyordu: Her şeye Rağmen Şampiyon! Yazıyı iyi bulmuşlar aslında. Çok geniş anlamlar içerdiğinin farkında değiller sanırım. Yoksa uçlarının kendilerine dokunduğunu farkedip yazmazlardı.

Haa unutmadan bir bilgi vereyim: Bütün "şey"ler ayrı yazılır....

McLaren'in Türkiye GP'sine Özel Tulumları Belli Oldu....



Mclaren takımı, Hugo Boss birlikteliğinin 30. yılı şerefine; hangi ülkede yarış varsa o ülkeye ait özellikler taşıyan tulumlar giyecek bu sene.

3 hafta sonraki Türkiye Gp'si için açılan tasarım yarışmasını resimde gördüğünüz tasarım kazandı. Hamilton ve Button, bu tulumlarla piste çıkacak İstanbul Park'ta.

Kazanan arkadaşı tebrik ederiz. Diğer tasarımları Mclaren'in resmi sitesinden inceleyebilirsiniz.

7 Nisan 2011 Perşembe

Ekselansları Da Devriliyor....


Orta Doğu'daki durumu az çok biliyorsunuz. Ülkelerini yıllardır yöneten krallar, prensler bir bir devriliyor. Pek Orta Doğu'daki kadar ses getirmese de tenis dünyasında da bir kral yavaş yavaş devriliyor.

Roger Federer, en çok grand slam kazanan, en çok grand slam finali, yarı finali, çeyrek finali oynayan adam. Dünyanın zirvesinde en uzun süre kalan adam.

O kralı yenen tek bir adam vardı, Rafael Nadal diye komşu kortun kralı. Nadal, kardeş kontenjanından olduğu için onun yenmeleri pek koymuyordu Ekselanslarına. Bu genç çocuk, ters elli, 7/24 enerji içeçeği içmiş gibi her topa koşan, olmadık yerlerden olmadık sayılar alan biriydi. Hepsinden önemlisi bu genç çocuk, Ekselanslarına kardeşi kadar yakındı. Yenilgilerin pek koymamasının sebebi de bunlar olabilirdi az çok. 100'lerce kişiden sadece kardeşine varsın yenilsin, o kadarından zarar gelmezdi.

Ancak zaman ilerledi, Ekselansları artık 30'lu yaşlara geldi. Edebiyata göre yolun yarısı 35'ti ama tenis dünyasında 30 yaş son basamağa son adımdı. Zirveye çıkanlar hep yeni bir hedef koyarlar kendilerine, "Şunu da yapayım bırakırım." diye düşünürler, o amaç için uğraşırlar durular ama bir de bakmışlar ki yaş kemale ermiş, vücut ve beyin daha fazlasına emir vermez duruma gelmiş. Eski krallar Sampras ve Agassi 30'larından sonra bir başarı için daha didindiklerinde 2-3 yıl geçti bu amaçlarına ulaşmaları için. Ama onların zamanında yeni yetmeler yoktu pek arada sırada saman alevi gibi parlayanlar vardı. O yüzden geç de olsa amaçlarına ulaştılar.

Peki Ekselanslarının zamanında kimler var? En önde Nadal, sonra Djokoviç, -en sağlam olduğu zaman kendisini yenen- Del Potro, arada bir parlayan çekirge Soderling, Murray, Roddick, Guiness rekortmeni Karloviç gibi isimler var karşısında. Bir zamanlar imkansız görülürdü Ekselanslarını yenmek. Öyle ki, J.Blake, Ekselanslarından bir oyun aldığı maç sonucunda "artık onun insan olduğuna inanıyorum" demişti. İş oralardan "Herkes yeniyor, ben neden yenemeyeyim?" durumuna geldi.

Federer galibiyeti görmemiş Djokoviç, üstüste Federer'i yener hale geldi. Çünkü kortta dolaşan bir ekselansları yok artık. Sahada onun kılığında dolaşan biri var. Önceden tenis dünyasının soytarıları fransızların bile moralini bozamadığı Federer artık kendisine en çok destek verenlerin yanında bile kendini toparlayamıyor. Formunun dibinde olduğu zamanlarda bile tribüne top yollamayan Ekselansları artık bunu gelenek haline getirdi. Kariyerinde Federer'e karşı oyun alamamış isimler maç alır oldular.

Uzun lafın kısası, Ekselansları tarihi tersten yazmaya başladı. Ben her ne kadar diğer taraftan olsam da böyle bir Federer'i görmek istemiyorum artık. Federer'in ölüsü bile yeter diyorduk ama öyle değilmiş işin aslı.

Ekselansları gel bizi dinle ha, biz tenisi ikinizle sevdik. Sen olmayınca büyük bir parça eksik olacak hep bunun farkındayız ama seni böyle görmektense bağrımıza taş basar hiç görmemeyi tercih ederiz. Sen yazdığın tarihle yetin daha fazla kötüye gitmeden. Yoksa bu gözyaşları sadece senden değil, milyonlarca sevenlerinden akacak....

11 Şubat 2011 Cuma

Emre'yi Günah Keçisi İlan Etmeyelim


Bazen cok fazla kulüpçülük yapıyoruz. Özellikle Emre konusunda. Eminim kırmızı kartı gören Emre değil de bir başka kulüpten biri olsaydı kimse bu kadar yüklenmezdi. Çoğumuzda bence Milli Takım olgusu yok. Bir Hollanda hiç değiliz. Milli maça bile, kulüp forması ile gelinen bir ortamdayız. Ne zaman ki Milli Takım forması ile geliriz, işte o zaman değişir herşey. Gelelim Emre konusuna. Öncelikle bu Güney Kore ne dostmuş be.! Bi bizimkilerin ayaklarını kırmadıkları kaldı. Bu mu dostlukmuş. Böyle dostluk olmaz arkadaş. Dostluksa, örnekse, Bosna Hersek maçlarını bir izlesinler. Hele bir kaç pozisyon vardı. Kasti idi. Bir pozisyon oldu. Yine sert bir giriş Emre'ye. Sonra yerde Emre'yi ittirip tekmeledi biraz. Emre sarı kartı hiç hak etmedi orada bence. Doğal olarak diğer oyuncu ile o da sarı kart görünce çıldırdı. 2 dakika sonra, aynı oyuncuya bu sefer de o kasti ve bodozlama daldı ve atıldı. Yaptığı doğru muydu. Hayır. Takım'ı 10 kişi bırakmalı mıydı. Hayır. Ama o oyuncu da bunu hak etmişti. Fazla uzatmak istemiyorum. Kısa olacak yazım. Yerinde ben olsam napardım. Dürüst olmak gerekirse, aynısını yapardım..!

10 Şubat 2011 Perşembe

Düşünme, Yap!

Dün milli takımımızın G.Kore ile hazırlık -ya da dostuk diye tabir edilen- maçı vardı. Milli takımımızın genetik hastalığı olan bu tür maçları tınlamama özelliği gene devam etti. Başladığı gibi sıkıcı, pozisyonsuz, ümit vermek yerine zaten az olan ümitlerimizin köküne kibrit suyu dökerek maç bitti.

Maçta dikkaç çeken bir isim var, tabii ki kaptanımız Emre. Futboluyla dikkat çekti demeyi çok isterdim ama maalesef gene yaptığı çirkefliklerle dikkat çekti.

Galatasaray'da, İnter'de, N.United'de ya da Fenerbahçe'de yapmış olduğu çirkefliklerden bahsetmiyorum. Onlar ayrı mesele. Herkesi sinir eden, kaptanlığını yapmış olduğu milli takımda yaptıkları çirkeflikler.

G.Kore ile tarihi bir yakınlığımız var, adamlar bize her yönüyle minnettar. Sahadaki futbolcuların yeni nesil olduğu için pek haberleri olmayabilir ama Emre, sen her şeyin farkındasın, her şeyi biliyorsun. En çok didişmemiz gereken ya da daha doğru bir ifadeyle onlarla didişsek kimsenin tek kelime demeyeceği Yunanlar'la oynadığımız resmi maçlarda bile böyle bir çirkeflik olmazken, bu tür bir karşılaşmada senin yaptığın hangi kategoriye girer?

Sen milli bir oyuncusun, kaptansın. Kişisel duygularınla değil, takımı düşünürek oynamalısın. Adam yaptıysa faulünü, tut kendini o yesin kartı. Hadi tutamadın tepkini gösterdin yedin kartı. Ne diye intikam almak için adamı sakatlarcasına giriyorsun? Kulüp maçı mı bu, amatör kümede mi oynuyorsun? Aklın yok mu, kırmızıyı göreceğini bilmiyor musun?

Kartı yedikten sonra da "üstüme düşeni yaptım" der gibi gidiyor artık. Üstüne düşen ne biliyor musun Emre? Hani geçenlerde bir açıklama yapmıştın Azerbaycan maçından sonra. "Bırakmayı 1-2 senedir ciddi ciddi düşünüyorum." diye. Ne diyoruz biliyor musun millet olarak? Düşünmeyi bırak artık Emre, bir an önce yap!

9 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Golün Kaç Yıl Hatırı Var?





2005-2006 sezonu lig tarihimizin en unutulmaz sonlarından birine sahne olmuştu. Fenerbahçe için dramatik, Galatasaray için mucizevi bir bitiş yaşanmıştı.

Galatasaray'a o sezon şampiyonluğu getiren maç olarak deplasmandaki Konyaspor maçı gösterilir. Zira, Fenerbahçe ile başa baş gidilen yarışta maçın bitmesine 10 dakika kadar kalmış ama bir türlü gol gelmemişti. 84. dk. da Gerets tarafından oyuna giren Aydın Yılmaz uzatma dakikalarında attığı golle hem 3 puanı getirmiş hemde şampiyonluk yarışının devam etmesini sağlamıştı.

O günlerde yeni bir yıldız kazandı futbolumuz derken o yıldız bir türlü parlayamadı gitti. Bütün futbol otoriteleri tarafından yeteneğine toz kondurulmayan ama bir türlü kendine gösteremeyen bu çocuk artık koca adam olduysa da değişen bir şey yok olumlu anlamda.

Aydın için İstanbul BB. antrenörü Abdullah Avcı, "Arda'dan daha yetenekli..." diye bir tabir kullanıyor. A takımda yeteri kadar şans bulamadığından yakınır gençler genelde ve otoriteler de "gençlerimize yeteri kadar şans verilmiyor." diye yakınır.

Aydın için geçerli mi bu acaba? Gerets, Skibbe, Bülent Korkmaz, F.Rijkaard, Hagi tarafından sürekli kendisine şans tanındı. Özellikle Rijkaard onun üzerinde çok durdu, Uefa maçlarında bile kendisine sürekli şans tanıdı. Yeterli süre alamıyor diye İstanbul BB ve Eskişehir'e kiralık gönderilip daha fazla oynama imkanı sağlandı. Sonuç: "Batı cephesinde değişen bir şey yok." Aydın, aynı tas aynı hamam devam ediyor.

Aydın, hâlâ Konya'da attığı golün sefasını sürüyor, üzerine bir gram kattığı yok. E o zaman niye bu şansı bulmaya devam ediyor? O'na verilen şansları alt yapıdaki diğer gençlere vermenin zamanı gelmedi mi? Bir Anıl, bir Musa bu şansı niye bulamıyor?

Bir de Mehmet Güven vardı, bir tek olumlu işi olmayan ama her gelen teknik adamın (Terim, Gerets, Skibbe, B.Korkmaz) kadrosunda yer bulan biriydi. Hep merak ediyordum yönetimden birilerinin oğlu da mı bu beceriksizlikle kadroda sürekli yer buluyor diye. Sonunda gönderildi de kendini buldu. V.Manisa'da döktürüyor şimdi.

Demek ki neymiş Aydın Yılmaz Bey, büyük takımlar da oynamak her babayiğidin harcı değilmiş. Ayağına top aldın mı bir taraflarına neft yağı sürülmüş gibi koşmakla olmuyor bu işler ya da saçları uzatıp ahenkle dans ettirmekle. Baktın olmuyor git sana uygun bir takıma oralarda dene şansını. Bekli futbolumuz eskiden beklediği o yıldıza o zaman kavuşur.

(Şimdi dikkatimi çekti de, Aydın o golü attığı zamanlar kısa saçlıymış. Sonradan saçları -bir de futbolu- salmış gitmiş. Saçları eskisi gibi kısaltsa düzelir mi dersiniz? Hatırlarsanız milli kalecimiz Volkan Demirel'de bir zamanlar uzun saçlıydı ve saçma sapan goller yiyordu. Hatta saçlarına gösterdiği emeği futbola göstermiyor diye kendisine özel tezahürat yapılmıştı Fenerbahçe taraftarlarınca:

Bi' vursam gol olur mu?
Volkan kale korur mu?
Volkan topa atlasan,
Saçların bozulur mu?
Uç volkan uçamaz mısın?

şeklinde. Volkan saçları kestirdikten sonra süper bir kaleci oldu çıktı. Şimdi Galatasaray'lılar bile "Volkan bizim kalede olsa..." şeklinde cümleler kuruyorlar. Küçük çocukların saçları uzadığı zaman büyükler hemen, "keselim çocuğun saçını, gücü saçına gitmesin" derler, galiba Volkan'da bu durum oldu, Aydın'da da aynı durum var. Bir kesmek lazım saçını, belki de düzelir.)

6 Şubat 2011 Pazar

İşte Kubica'nın Son Hali...

Öğleye doğru İtalya'da ralli yarışında geçirdiği kazasını duyurduğumuz Lotus Renault pilotu Robert Kubica'nın sağ kolunda, sağ bacağında ve kafa tasında çoklu kırıklar tespit edildiği açıklandı.

Kaza sonrasında Kubica'nın bilincinin açık olduğu, tetkiklerin devam ettiği ve Polonyalı pilotun sağlık durumu ile ilgili daha fazla açıklama yapılacağı belirtildi.

4 Şubat 2011 Cuma

McLaren'de Geldi...



Formula 1 araçları tanıtımlarını bitirmişlerdi hemen hemen. Sadece Mclaren, HRT, Virgin ve F.India kalmıştı.

Mclaren'de aracını tanıttı sonunda. Hamilton "Aracımız diğerlerininkinden farklı görünüyor." demişti. Hakikaten de öyle. İlk dikkat çeken L şeklindeki sidepodlar ve çift hava girişi.

Bakalım performansı nasıl olacak.

1 Şubat 2011 Salı

Şampiyon'da Geldi, Diğerleri De...

Red Bull
Mercedes GP

Williams

Torro Rosso
Sezonun ilk testlerinin bugün başlamasıyla tanıtımlar iyice hızlandı. İşte testlerin başlamasından bir kaç saat önce tanıtılan araçlar bunlar.
Geriye sadece Mclaren ve yeni takımlar HRT, Virgin kaldı.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Yeni Araçlar Gelmeye Devam Ediyor.

Team Lotus
Sauber Ferrari


Lotus Renault


Yeni sezonun başlamasına bir ay gibi kısa bir süre kala, formula 1 takımları yeni araçlarını tanıtmaya devam ediyorlar. Son olarak karşımıza çıkan araçlar da işte bunlar. Bakalım görünüşleri kadar hızları da güzel olacak mı?

Bu gün, Mercedes GP ve geçen yılın şampiyonu Red Bull araçlarını tanıtacak. Onları da sitemizden görebilirsiniz.



28 Ocak 2011 Cuma

Biz Daha İyisini Yapana Kadar, En İyisi Bu!...




25. Üniversite Kış Olimpiyatları Erzurum'da başladı dün geceki muhteşem törenle.

Muheteşem diyorum, biz yaptık diye değil gerçekten öyle olduğu için. Anadolu Ateşi'nin 1500 dansçıyla oluşturduğu koreografi izleyenlerin ağzını açık bıraktı. Yabancı sporcuların gözlerindeki hayranlık ifadesini görmek "Bütün yorgunluğa, masrafa değdi." dedirtti. Ciritçilerin sahaya girmesi, Selçuklu devletinin simgesi çift başlı kartalın uçurulması, gökyüzüne süzülen semazenler her şey harikaydı.

Bir kez daha gördük ki, biz bir şey yaparsak en iyisini yapıyoruz. Tamam teknoloji olarak fazla bir materyal yoktu ortada, hele Pekin Olimpiyatları'ndaki (aslında karşılaştırmak bile doğru değil) teknolojinin yanında hiç bir şey kullanılmamış diyebiliriz ama teknolojinin içinde boğulmadan da mükemmel bir açılış nasıl yapılırmış herkese gösterdik.

87 yaşındaki FISU başkanının yorgunluktan kısılmış gözleri hayranlıkla açıldı, kendini alkışlamaktan alıkoyamadı. Bize bu gururu yaşatan herkese teşekkürler.

Gelelim aksaklıklara. Yazalım ki, bir dahakine daha güzel yapalım.
İlk göze batan, ülkelerin giriş sırasında çalan müziğin hep aynı melodi ve banttan verilmesiydi. Kortej geçişi boyunca sahnedeki müzisyenler soğuktan dondular, bir ara müzik aletlerini bile örttüler. Geçiş esnasında kültürel ezgilerimiz arka fonda canlı olarak çalsa, geçiş öyle yapılsa daha güzel olmaz mıydı?

Diğer bir konu, meşale yakımı. 4 ayrı sporcu, sahanın 4 köşesindeki meşaleleri tutuşturunca herkes devamını bekledi. Maalesef devamı gelmedi. Bütün olimpiyat açılışlarının en heyecanlı ve en ilginç kısmıdır olimpiyat ateşinin yakılması.
Başka bir yol bulunabilirdi, mesela 4 köşedeki meşale, yanarak ortada birleşir ve ana meşaleyi yakardı vb. Kısaca, meşale töreni çok sönüktü.

Diğer bir husus, içeriye alınmayan gönüllüler. Bu oyunlar için memleketlerine gitmemiş, beş kuruş para almadan o soğukta çırpınan o insanlara verilen sözlerin tutulmaması. Emeklerinin karşılığı olarak en azından bir köşede onlara da yer ayrılmasıydı. Stadda, kameralara yansıyan onca lüzumsuz insan vardı. Hadi stadda olmaz dedin, bari sporcusu olmayan kafileler cenaze alayı gibi 3 kişiyle yürüyeceklerine arkalarında yürümeye razı olacak onlarca gönüllülerle yürüselerdi.

Velhasıl, artısıyla eksisiyle harika bir açılış oldu. Eminim kapanış da aynı güzellikte olur. Oyunlar açısından pek iç açıcı bir durumda değiliz ama biz zaten bunu bilerek girmiştik. O yüzden pek üzülmüyoruz, şimdilik...

2011'in İlk Otomobili: F150


2011 sezonu için ilk tanıtım, Ferrari'nin Maranello'daki fabrikasında gerçekleşti ve Ferrari 2011 aracı F150'yi Formula 1 dünyasına tanıttı.

Aracın adı İtalya'nın birleşmesinin 150. yılına atfen "F150" olarak açıklanmıştı.
Yeni aracı önce Alonso, sonra Massa kullanacak.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Taylor, Ayrılık Acısından Gitmiş...



Fanatik gazatesinin haberine göre,

Sezona Euroleague şampiyonluğu parolası ile başlayan, başta Diana Taurasi olmak üzere bir çok yıldızı kadrosuna katan Fenerbahçe’de yaprak dökümü devam ediyor. Dünya’nın en iyi oyuncusu olarak gösterilen Diana Taurasi’nin doping yaptığı gerekçesi ile sözleşmesinin feshedilmesinin ardından, Penny Taylor da takımda kalmadı. Taurasi ile iki yıldır beraber olan Avustralyalı yıldız, partnerinin ayrılığına dayanamadı ve soluğu ABD’de aldı. Penny Taylor çarşamba günü oynanacak olan Ekaterinburg maçı öncesi de takımını yalnız bırakmış oldu. Sarı-Lacivertliler’in ikna çabalarına rağmen, kararından dönmeyen Avustralyalı yıldız Euroleague’de 19.2 sayı, 7.6 ribaunt ve 3.7 asist ortalamaları yakalamıştı.

WNBA’DE de aynı takımda oynayan ikili, bu sezon başında Fenerbahçe’de buluşmuştu. Geçen yıl Spartak Moskova forması giyen Taurasi, Taylor’u görmek için sık sık İstanbul’a gelirken, Fenerbahçe’yi tercih etmesindeki etkenlerden biri de, partnerinin Sarı-Lacivertli formayı giyiyor olmasıydı.

16 Ocak 2011 Pazar

Kanal D, Açılışın İçine ....


Dün gece, Türk Futbol Tarihi'nde bir dönüm noktası yaşandı. Türk Futbolu yeni bir saha kazandı.


Ali Sami Yen Spor Kompleksi'ndeki Türk Telekom Arena Stadı'nın açılışı yapıldı büyük bir törenle.


Ben törenin içeriğiyle ya da yaşananlarla değil, tören de olup bitenleri dış dünyaya aktarmakla görevini üstlenen kurumdan, Kanal D'den bahsedeceğim.



Açılış saat 18.00 de başladı malum, o saate kadar ne izledik peki? Fatma Gül'ün Suçu Ne?

Ne bir ara bülten, ne başka bir bilgi içerikli program yayınlandı o saate kadar. Haberi olmayanlar olsa hangi kanalda olduğuna dair, kimse Kanal D'de olduğunu anlamayacak.



Yayına girdiler, karşımızda kimsenin beklemediği -aslında beklediği ama keşke onlar olmasa dediği- iki insan, İlker Yasin ve M.Ali Birand.



Aynı yayında birbirlerinden habersiz bilgi verme telaşındalar. Ellerinde ortak bir metin yok. İ.Yasin'in dediğini Birand, Birand'ın dediğini İ.Yasin ilk kez duyuyor.



Açılış töreni başladı, tribünler cıvıl cıvıl, zemin üzerine gösteriler var, Kanal D nereyi gösteriyor? "Çatı Bağlantı Noktalarını."



Perdenin üzerinde dansçılar koreografi (kareografi yanlış yazım) sergilerken en alakasız yer, stadın dışı gösteriliyor.



Gene dansçılar sahadayken bütün dansçılar ortada aynı hareketlerle şov yaparken sadece biri farklı hareketlerle temayı sergiliyor, Kanal D kameraları neyi gösteriyor dersiniz? Aynı hareketleri yapan diğer dançıları.



Törenin en güzel yerinde röportaj alınıp, seyirci gösterilerden mahrum bırakılarak mikrofon tutulan kişilerin sıradan cümlelerini dinliyor. Ben sahadaki gösteriyi izlemek istiyorum arkadaş, bana ne Şahan Gökbakar'ın düşüncelerinden? Haa, ille yapacak mısın röportaj? Ver o zaman adımın sesini ekrana, biz görüntüyü izlemeye devam edelim? Bunu da mı akıl edemiyorsunuz?

Bir de reklam durumu var. Hangi açılış töreninde gördünüz reklam arası verildiğini? TRT, 3-4 saatlik açılışı kesintisiz yayınlıyor. Senin yayınladığın açılış taş çatlasın 1.5 saat. Bunu reklamlarla kirletmenin ne gereği var?



Açılış törenini sunan efendilerin açılış töreniyle ilgili hiç bir bilgileri yok. Şuan ne sergileniyor, biraz sonra ne sergilenecek, sahnedeki gösteri neyi anlatıyor hiç bir fikirleri yok. Kardeşim bir bilgi istemek bu kadar mı zor sağdan soldan? Koskoca kanalın spor müdürüsün, bir telefonla eline bir sürü bilgi gelir. Bir tarihe tanıklık ediyorsun bari işini tam yap.



Geçen gün TRT'ye verdik veriştirdik. (http://sportifkeyif.blogspot.com/2011/01/bu-ayp-senin-trt.html) Yiğidi öldürsek de hakkını verelim adamlar bu işi iyi yapıyor. Sahnede kaç tane dansçı var, kim kaç gün çalışmış, sırada neler var, şu hareket ne anlama geliyor? Hepsini bir bir söylüyorlar. Kanal D'nin spikerleri de TRT kökenli ama anlaşılan o köklerden eser kalmamış.

Gelelim maç yayınına. Yaptıkları tek olumulu şey, Euro Futbol'da şifreyi kaldırmaları oldu. Gerisi aynı terane.

Maçı İlker Yasin anlattı (maalesef). Kazım'a Culio demekten vaz geçmedi hiç. Oneil diye bir oyuncuyu kadroda görmemekten bahsetti. Oneil'in Neill olduğunu 30. dakika da öğrendi. Hele Suarez'in kaçırdığı değerlendiremediği gol pozisyonunu öyle bir anlattı ki, sanırsınız özellikle birileri tarafından maçı anlatması istenmiş.

Suarez'in maddi değerinden, iyi oyunculuğundan, Lugano'nun en yakın arkadaşı olduğundan (bu bilgiyi de n'apacaksak artık), çok seri olduğundan falan bahsederken o golü kaçırınca söylediği cümleler aynen şunlar: "Aman Allah'ım. İşte Suarez! 24 milyon euro dedik, avrupanın bütün takımlarının gözdesi dedik, her şeyi dedik, nazar değdirdik belki."

Suarez'in başka bir pozisyonunda Ufuk kurtarınca kurduğu cümle ise aynen şu: "Bravo demek zorundayız Ufuk'a"

Artık yorum sizin...

İlker Bey, artık siz maç anlatmayın olur mu? Masanızın başında oturun, sağa sola telefon edin, spor haberlerini sunun. Olmadı emekli olun yan gelip yatın ama maç anlatmayın.

Sesi bir spikere göre çok ince olsa da Cem Yılmaz anlatsın, Rüştü'nün orasından burasından öpen, Evra'nın 24 kardeşinin seceresini çıkaran Ertem Şener anlatsın, iki kelimeyi biraraya getiremeyen Sabri Ugan anlatsın, canı istediğinde amatör küme maçında bile insanı heyecanlandıracak kadar güzel anlatsa da istemediğinde insanı sıkıntıdan öldüren Gökhan Telkenar anlatsın ama n'olur siz anlatmayın.

Hiç kimse bulamıyorsanız, anlatmayın biz hem anlarır hem izleriz....