29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bu Kadar Deveye Bir Eşek Lazım.




Deve'yi bilirsiniz, -bildiğimiz deve, hayvan olan. Kimseyi kastettiğimiz yok- dayanıklı hayvanlardır. Zor koşullar için yaratılmışlardır. Haftalarca açlığa, aylarca susuzluğa dayanırlar. Ayrıca müthiş bir taşıma güçleri vardır. Hatta şöyle bir kıssa bile var: Deve'ye ne kadar ağırlık taşıyabileceğini sormuşlar. "Ayakta yükleme yapın, bütün dünyayı taşıyayım." demiş.

Çok munistirler, pek fazla olay çıkarmazlar. Ne görev verirseniz yaparlar. Yalnız yamuk yaparsanız haliniz harap. Çok kindar hayvanlardır. Bu konuda fillerle yarışabilirler. Eğer herhangi bir eziyet vs. davranış da bulunduysanız gün gelir intikamını alır.

Diğer bir özellikleri de pek yön kabiliyetleri yoktur. Birileri tarafından yönlendirilimeleri gerekir istenilek davranışları yapmaları için.

Deve katarlarının önünde genelde eşek bulunmasının sebebi budur. Eşekler akıllı hayvanlardır. Düşük banketten, çürük zeminden gitmezler. Bir kez tökezlediği, düştüğü yerden bir daha geçmezler. % 7'lik bir eğimden fazla yüksekliğe asla çıkmazlar. İşte bu özelliklerinden dolayı deve katarlarının önünde giderler ki develer ve taşıdıkları yüklere zarar gelmesin.

Ne alakası var şimdi resimle, Arsenal'le diyeceksiniz.

Arsenal'in kadrosu (Teşbihte hata olmaz -develer gibi- derler.) yetenekli, iş yapan, dayanıklı, gerektiğinde sert, kızgın vs. özellikleri taşıyan gençlerden oluşuyor.
Bu gençler iş başı geldiği zaman tek başlarına ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar ama bu develerin başında yol gösterici bir eşek yok.

Önceden vardı Henry, Ljungberg, Pires, Lehmann, Berkamp vs. Bu isimler, sahadaki develere eşeklik yapıp yol gösteriyor, işini doğru yapmasını sağlıyorlardı. En son başarılarını da o zaman kazandılar.

Şimdi eşeklik görevini üstlenecek iki isim var, Rosicky ve Arshavin. Yalnız bunların biri sakatlıktan başını kaldıramıyor diğeri de tecrübesiz.

Genç yetenek avcısı A.Wenger'in biraz da tecrübeli yeteneklere yönelip, bu gençleri yönetecek, çekip çevirecek birilerini bulması gerek artık. Yoksa Beşiktaş şampiyonlar liginde 8 gol yediği zaman "Böyle takımları şampiyonlar ligine almamaları lazım." dediği gibi gün gelir, kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkar.

Bakarsın, biri de sana der: "Böyle takımları, İngiltere Ligi'ne almamaları lazım." diye. Milletin evin sandığı İngiltere'den ayrılmış, köyün Fransa'da sıradan takımların başlarına geçecek yer aramaya başlarsın.

Demedi deme...

28 Ağustos 2011 Pazar

Spikerlerimiz....



Avrupa'da ligler başladı, bizimki hâlâ duruyor sanırım bir türlü nerede olduğumuza karar veremediğimizden.

Bu ligler de tv kanallarımız sayesinde evimize gelmeye devam ediyor. İngiltere ve İtalya Lig, Rusya Lig'leri Digitürk'te, Hollanda Ligi bu sene büyük bir atılıma giden Beyaz TV'de, Fransa Ligi Kanal A'da, İskoçya' Ligi D-smart'ta, İspanya ve Arjantin Lig'leri NTVspor'da.


Peki bu kadar kanal arasında en iyi maç anlatımları hangi kanallardan geliyor? Futbol'u çok iyi anlatan pek fazla spikerimiz yok maalesef.

Yalçın Çetin, Erdoğan Arıkan, Levent Özçelik, Emre Gönlüşen, Osman Sakallıoğlu, Okay Karacan, Murat Kosova, Gökhan Telkenar ve Caner Eler futbol anlatırken diğerlerinden bir kaç adım öne çıkan isimler.

Peki bu isimlerden kaçı maç anlayıyor? 10'da bir oranında Levent Özçelik ve Caner Eler. Caner Eler, çalıştığı kurum itibariyle şanssız bu konuda. Eurospor genelde lig yayınları yerine turnuva kapsamında yayın yapıyor ve pek ilgisini çekmiyor insanımızın. (Bayanlar Dünya Kupası, 22 yaş altı milli takımlar avrupa ve dünya şampiyonaları. Kaçımız, oturup izledik tv.den acaba?)

Levent Özçelik ise TRT'nin gençlere yönelmesi sebebiyle olsa gerek ayda yılda bir maç anlatıyor. Gökhan Telkenar'a gelince artık adı sanı duyulmuyor arada bir çıktığı spor bültenleri dışında.

Ntv ve NTVspor'da ise şifresiz kanaldan yayın yaptıkları için (maç yayınlarında şifreye giriyor ama biss şifresi verildiği için izlemek sorun olmuyor ayrıca karasal yayında yok.)

Bu kurumda ise maçları anlatan isimler, Güntekin Onay, Emre Gönlüşen, -kırk yılda bir- Murat Kosova ve malesef Ercan Taner ve Mehmet Sevinç.

Emre Gönlüşen ve Murat Kosova'yı bir kenara koyarsak diğer spikerler tam bir felaket. Güntekin Onay, Ertem Şener'in değişik bir versiyonu olarak devam ediyor, bilgi kalabalığı, cansız anlatım, yanlış telaffuz vb. ne ararsan var. Hele bir "Arbolea" deyişi var ki üzerine basa basa, sinir sistemim felç oluyor. Yahu kardeşim adamın soyadı, "Arbeloa". Hadi yanlış anlıyorsun tamam ama okuman da mı yok elindeki listeden?

Ercan Taner ise geçmişin ekmeğini yemeye devam ediyor adeta. 2000'lerde zirve yapan o sesten ve anlatımdan eser kalmamış.
Ses giderek cırtlaklaşmaya başlamış, oyuncuları tanımıyor önemli isimler haricinde. Kulakları çınlasın eskiden Orhan Ayhan vardı oyuncuların isimlerini kullanmadan maç anlatan. Şimdi Ercan Taner.

"Hızlı çıktı, 4'e 2 geldiler, kaleciyle karşı-karşıya, şutunu attı, kaleci çıkardı, aut." Bunlar hep onun cümleleri, dikkat ettiyseniz hiç isim yok. Hep gizli özne var. Adeta inler-cinler maçını anlatıyor, sadece topun hareketlerine göre cümle kuruyor.
Ne zaman isim söylüyor Ercan Taner, ya tanınan bir oyuncu olduğunda ya da kamera o isme odaklanıp yakın çekimde kim olduğunu öğrenince.
Bir örnek vereyim, Khedira ile Pepe'yi nasıl karıştırır bir spiker? Biri ince uzun, biri kalıplı. Biri kel, diğeri lepiska saçlı. Hadi Pepe ile Benzema'yı karıştırsan tamam diyeceğim.

(Bir de İlker Yasin var böyle türlü yapan. Maicon ile Sneijder'i karıştırıp, oyunda olmayan Eto'o'ya 15.dk boyunca top oynattıran bir zat kendisi. Ercan Taner ve İlker Yasin'in başka bir ortak noktası'da, çok mükemmel maç anlattıklarını sandıklarından Real Madrid - Barcelona maçlarını kimselere bırakmamaları ve malesef katletmeleri.)

E, ekran başından maç anlatmak bu kadar olur. Büyük kuruluşuz diye geçinirler ama adam gönderip yerinden maç anlattıramazlar. (Gerçi İlker Yasin oraya gitse de değişen bir şey olmuyor.)

Bir de Mehmet Sevinç var ki, ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Adamın anlamadığı, anlatmadığı spor dalı yok, sanki demirbaş. O olmazsa diğerleri maç anlatıyor.

Bir gün rastlarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız diyeceğim ama Allah gecinden versin...

Kırk yılda bir maç anlatan iyi spikerlerden birine rastlamanız ve keyifle maçlar izlemeniz diğeyile....

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Dam Üstünde Saksağan....




Türkiye Futbol Federasyonu, ortaya kuyuya son günlerde bir taş attı "Şampiyonluk için playoff sistemi getireceğiz." diyerek. Yani, lig bitince ilk 4'e giren takımlar kendi aralarında şampiyon olmak için tekrar maç yapacaklar toplam 6 kez. Biraz, Bank Asya'dan 1. ve 2. sıra haricindeki takımların süper lige yükselme mücadelesi gibi.

Gelelim işin diğer boyutuna.

Falanca takım 34 maç yapacak, 2.ye 5 puan, 3.ye 11 puan, 4.ye 17 puan fark attı diyelim. Lig bitince herkes tatile girecek bu 4 takım kendi aralarında maç yapacak. Ligi 4. sırada bitiren takım son bir gazla 1. sıradakini yenecek ve şampiyon olacak. Ee, nerde kaldı adalet? Adamlar bir yıl boyunca emeklerinin (işin içine şike karıştırmadan) karşılığını almayı beklerken, son adımdaki yorgunluk yüzünden şampiyonluğu kaybedecekler. Tamam futbol'un adaleti yok diyoruz ama o kadar da değil.

Futbol severler ve yayıncı kuruluş için iyi haber mutlaka. Fazladan maçlar oynanacak, fazladan yayın paketi satılacak falan filan. Kulüpler için de iyi olabilecek noktalar var. Sezonluk kombine haricinde, playofflara mahsus kombineler, formalar vs. vs.

Peki, madalyonun diğer yüzü? Biraz önce değinmiştik, sezonu en ön sırada bitiren takımın hakkı diye. Bir de işin maddi boyutu var. Takımlar, oyuncularına maç başına ödeme yapıyorlar, bu fazladan ödeme yapmak değil mi? Normal halde devam ederken bile "paralarımızı alamadık" diye ha bire kazan kaldıran oyunculara bu ödemeler nasıl yapılacak?

Sezon başında hedefler hep şampiyonluk için belirlenir. Kime sorsan, "Hedefimiz mutlu sona ulaşmak." diye cevap alırsın. O zaman diyecekler ki. "Hedefimiz 4. sıra. Nasılsa şampiyonluk potasına gireceğiz."

Federasyonun bu taşı kuyuya attığı zamanlamaya dikkat ettiniz mi? Şike iddiaları yüzünde aldıkları her kararla biraz daha bataklığa girdikleri bir dönem. Her taraftan kıskaca girdiler, bir çıkış yolu, rahatlama ânı arıyorlardı, uyanığın biri böyle bir söz attı ortaya başardı da. Aylardır şike üzerine, federasyonun beceriksizliği üzerine saatlerce yayın yapan kanallar, sayfalarca yazılar yazan gazeteler hep bu playoff saçmalığını konuşur oldu. Amaçları gündem değiştirmek, okları başka yöne yöneltmek olan federasyon çok iyi başardı bu işi.

"Ligimizin kalitesi, futbol değeri yükselecek." diyen federasyon yetkililerinin Türk futbolunu götürdüğü nokta işte bu. Hedef olarak şampiyonuluğu değil, playoff potasına girmeyi amaçlayan takımlar oluşturmak.

Bizim ligimiz şimdi İspanya, Almanya, İtalya Lig'leri gibi kalitesiz, sıkıcı. O zaman Hollanda Ligi, İskoçya Ligi gibi kaliteli liglerimiz olacak. Tribünler her maç ortalama 25.ooo seyirciyle dolacak. Hafta sonu şehrimizin takımının maçına gitmek boynumuzun borcu olacak. Afrika açlık çekmeyecek, Ermeni'ler "Biz her yalan söyledik, aslında soykırım falan yok." diyecekler, Yunan'lar 12 adayı geri verecek. Musul-Kerkük bizim olacak, Avrupa Birliği bizi başının üstüne koyacak, Amerika dünyanın jandarmalığını bırakacak, İsrail, Filistin'den özür dileyip topraklarını geri verecek. Messi Real'e, Mourinho Barça'ya gidecek. Ajdan Pekkan estetik yaptırmayacak, Ajdar bir daha albüm yapmayacak, Zeki Müren'de bizi görecek.....



17 Ağustos 2011 Çarşamba

Yunan Dediğin....



Spor içerikli bir bloğuz, spor üzerine yazmamız gerekiyor ama bu yazı spor içerikli olmayacek şimdiden söyleyeyim. (Belki okumak istemezsiniz diye en baştan haber vereyim dedim.) Gene de bana bu yazıyı yazdıran biraz önce biten Olimpiyakos - Galatasaray maçı.

Maç güya dostuk maçı ama ortada her türlü çirkeflik var. En başta hakem de sorun var.

Ne biçim adamsın kardeşim sen? Hiç mi aynaya bakmıyorsun? Bizimkiler "bu kadarı da fazla" diye korku filmlerinde bile oynatmazlar seni. (Korkunç demek biraz iltifat gibi ama diğer kelimeleri kullanmak istemedim.)

Yunan'lara dokunduğun anda düdük çalıyor, adamlar karga tulumba indiriyorlar, meymenetsiz herif hemen "kalk kalk" işareti yapıyor.

Gökhan Zan'a yapılan hareketi A.Madrid maçında gözünün önündeki elle oynamayı göremeyecek kadar kör olan hakem 6'lısı bile kırmızı kartla değerlendirirdi. Bizim papaz kılıklı hakem küfreder gibi sarı kart verdi. O dakikadan sonra belli oldu ki bu maçta kırmızı kart çıkmayacak.

"Hadi Fatih hoca" dedim. Bağır şunlara: "Kafa, göz ne denk gelirse dalın aslanlarım." yapmadı.

Neyse, gelelim diğer konuya...

Biz niye hep dost olmak zorundayız?

Ermeni cumhurbaşkanı "Ağrı'yı biz alamadık görev yeni nesile düşüyor." diye kaşındığının işareti açıklamalar yapar bizim cumhurbaşkanımız gider, hiç bir şey olmamış gibi kendine topluca küfreden ermeni taraftarlara el sallar.

Bizi arkadan vuran ermeniler ülkemize gelecek diye topluca Azeri bayrağı toplama çalışmaları başlatır, elinde bayrak gördüğümüzü içeri atarız.

Elin fransızı seni avrupadan atmak için dünyayı ayağa kaldırır, biz elimizdeki en büyük koz olan Nato'nun silahlı kanadına fransızları "ağızlarına bal çalarak" sokarız. Kardeşim, "Avrupa Birliğine almazsan, avucunu yalarsın Nato" yerine diyecek bir babayiğit yok mu?

Peygamberimiz'e yönelik hakaret içeren yazılara "basın özgürlüğü" diyen denyonun Avrupa Birliği başkanlığına ancak ülkemize gelip sırtımızı sıvazlayana kadar karşı çıkarız.

Yunan'lar (Yunan'lılar değil) her fırsatta çirkeflik yaparlar, karasularımıza girip balıkçılarımızı taciz ederler, hava sahalarımıza girip uçaklarımızı taciz ederler. Maça gideriz bizi taciz ederler. Bizim bir "Bak kardeşim, şurama dokunmadın, hadi oraya da dokunda kurbağalar kısır kalmasın." demediğimiz kalır.

Alttan aldıkça alta gidiyoruz Allah'ın bir kulu da çıkıp dur demiyor. Bak geçmişine mübarek.

Üsteledikçe üstünsün. Ne zaman kıpırdadın, o zaman saygı duyuldun. Dişini gösterdikçe büyüksün. Başka türlü bu adamlar yola gelmez.

Rahmetli Özay Gönlüm'ün dediği gibi:
"Yunan dediğin durur durur, kudurur.
Attın mı tokadı, ...ünün üstüne oturur."


(*) Bazı kelimeler bilinçli olarak küçük yazılmıştır...

14 Ağustos 2011 Pazar

Barcelona Tiyatro Kulübü İftiharla Sunar...



Sezonun, muhtemel 8, El Clasico'sundan ilki 2-2'lik beraberlikle sonuçlandı. Goller, Madrid adına Mesut ve Alonso'dan, Barcelona adına ise Villa ve Messi'den geldi.

Kadrolara baktığımızda Barcelona sakatlıklardan dolayı Xavi, Piquet, Puyol, Pedro gibi as oyunculardan yoksun çıkmasına karşın Real tam kadro sahadaydı, yeni transferlerden Hamit ve Nuri'yi saymazsak.

Sezon öncesi hazırlık maçlarına göre, Real daha hazır bir takım görüntüsü veriyordu. Barcelona, hazırlık maçlarındaki kötü oyunu sergilemeye devem ederken, Madrid'den beklenen gol geldi. Tam, "Barcelona bu kadar kötüyken, arkası gelir gollerin." diye düşünürken o dakikaya kadar sahada görünmeyen Messi'den bir asist, Barcelona adına ilk şutu çeken Villa'dan harika bir gol.

Arkasından defansın eli ayağına dolaşınca, pire adam Messi ortaya çıktı ve gene gol. Barcelona oynamadan bile gol atıyor. Oynayınca atmamaları zaten garip olurdu.

Barcelona oynamıyor dedik ama aslında iyi oynuyor. Hani derler ya, "Barcelona Avrupa'nın tiyatrolarıyla ünlü bir şehridir." diye. O tiyatronun tozlarından çok yutmuş Barcelona oyuncuları. Hakemle bu kadar oynayan başka bir büyük takım hatırlamıyorum.

Dokunmadan yere atıyorlar, dokundun mu öyle bir kıvranıyorlar ki sanki kırıldı bir tarafları. Faul yapıldı diye kıvranan Alves, 1 dakika sonra hakeme nerde kart diye horozlanıyordu.

Hakemler de Mourinho'nun dediği kadar var. İnsanın aklına "talimat mı alıyorlar? diye sorular geliyor. Abidal'in elini görmedi ne hikmetse, Valdes'in Ronaldo'ya bacaktan elense çekmesini tınlamadı bile. Bunları boş geçince, Marcelo'nun Sanchez'e yaptığını da görmemek durumunda kaldı haliyle.

Real Madrid 11 kişiyle tamamlayabildi maçı nihayet ama Nou Camp'da ne yaparlar işte orası meçhul...


9 Ağustos 2011 Salı

Forma Gömleğin Altında Mı Yoksa Elbise Dolabında Mı?



Türkiye Futbol Federasyonu yeni başkanı Acıbadem Hastaneleri'nin sahibi M.Ali Aydınlar. Türk Futbolu için hayırlı olsun dedik, kabul ettik geçen ay.

Aydınlar'ı bilirsiniz, hasta Fenerbahçe'lidir. Hatta, Fenerbahçe'nin bayan voleybol şubesine sponsor olup cebinden yaptığı harcamalarla orta sınıf takımı, ligi domine eden, Avrupa'da da şampiyonluğun ucundan dönen bir takım haline getirmiştir.

Bir şubeyi bu kadar kalkındırdığını gören Fenerbahçe'liler ve Aziz Yıldırım düşmanları tarafından başkan adayı olarak gösterilmiştir. Yalnız müthiş bir yöneticilik kabiliyetine sahip Aziz Başkan, yaklaşan büyük tehlikeyi farketmiş olay daha da büyümeden, Aydınlar'a -adeta- sus payı olarak Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı'nın yolunu açmıştır.

Kimsenin tuttuğu takıma karışmak haddimiz değil ama bütün kulüplerin idaresini elinde aldığı bir mevkide, eski fanatik kimliğinden kurtulabildi mi Aydınlar acaba? Federasyon Başkanı olarak ne kadar tarafsız olduğunu gösterse de görsek.

Şimdiye kadar gördüklerimiz Sayın Aydınlar'ın "fanatik" formasını çıkarıp, "taraftar" formasıyla işlerine devam ettiğini göstermekte.

"Temiz bir lig istiyoruz." diyen kişilere aba altından sopa göstermekten çekinmedi. Son günlerde soruşturmada adı geçen bir takım için "Gerekirse kupayı geri alırız." demekte bir sakınca görmedi. Aynı Aydınlar, benzer bir soruşturma da daha kötü durumda olan bir takımın kupası için böyle cümleler kullanmak yerine "suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur." filmini oynadı.

Futbolda şiddet yasası yeni yürürlüğe girdiği halde bir dostluk maçında saha içinde gelişen olaylar yüzünden 2 maçlık cezayla geçiştirilirken, tarihinde ilk kez şampiyon olan bir takımımız saha dışındaki olaylar yüzünden 5 maç ceza aldı.

Yunanistan Futbol Federasyonu, şikeye adı karışan kulüpleri anında ikinci lige düşürdü. Bunlardan biri ülkenin yarısının taraftarı olduğu, derbi maçların gediklisi Olimpiyakos. Bizimkiler adı karışanı düşürmeyi bırakın, nerdeyse kanıtları yok edecekler.

Ne dersiniz? Sizce, formasını çıkarmış mıdır yoksa forma hâla üzerinde midir Sayın Aydınlar'ın?